SINIF NEDİR?

Yaşadığımız toplumda yoksullukla zenginliği, açlıkla ihtişamı, sefaletle varlığı bir arada görüyoruz. İnsanların çok büyük bir bölümü yoksulluk içinde en temel insani ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken, çok küçük bir azınlık inanılmaz olanakların sahibi ve olağanüstü standartlarda yaşıyor.
İnsanlar vahşice, inanılmaz şartlarda, çok düşük ücretle çalışırken birileri, hiç çalışmadan, yolunu ve yordamını bularak hayatı boyunca rahat yaşıyor.
Hepimizin gözleri önünde muazzam bir adaletsizlik yaşanıyor.
Bu adaletsizliğe, haksızlığa bir kaç farklı tavır alınabilir.
Genellikle görülmez, “böyle gelmiş, böyle gider” denir.
Ya da “ah bir zengin olsam” diye hayal kurulur. Her gün fakirleştiğini bile bile…
Olmadı “çalış, senin de olur” denir. Ama ömür boyu çalışılsa da bir şey olmaz.
Ya da “lanet olsun! Bu dünya zaten ‘yalan dünya'” denilerek, avunulur.
Aslında bu tutumların hepsi aynı kapıya çıkar.
İşçiler kendilerini güçsüz, beceriksiz, yetersiz, gelişmeleri ve nedenleri kavrayamaz hisseder.
Bu oyunun parçasıdır.
Kendini güçsüz hisseden, gözünün önündeki haksızlığı görmezlikten gelen kişi örgütlenmez, tavır almaz, hayatın akışına kendini bırakır.
Ama hayat görülmeyeni her fırsatta gösterir, insanın gözüne sokar.
Bu broşür, olanın altındakini gösterme, bize anlaşılmaz geleni anlaşılır kılma çabasıdır. Bir anlamda gerçeği gösterme ve anlatmaktır.
Bunun için ilk başta şunu bilmeliyiz: Olaylara gerçeğin gözüyle bakamazsak, kendimizi kandırır, kendimizi bile bile içinden çıkılmaz bir labirentin içine sokarız.
En başta bu toplumda yaşayışları, düşünceleri, durumları ve algıma yaşamında yerleri farklı sınıflar var.
Yine bu toplumda küçük bir azınlık, büyük bir çoğunluğu çalıştırıyor ve yarattıkları tüm değerlere el koyuyor. Yani sömürüyor ve baskı altına alıyor.
İsterseniz bu broşürü burada okumayı bırakın. Çünkü bundan sonra daha çıplak şeylerden söz edeceğiz. Bazen gerçek sarsıcı olabilir. Umursamazlığın “mutluluğunu” bozabilir.
Biz devam edelim.
Yani toplum bir yanda zengin, diğer yanda fakir; bir yanda zalim, diğer yanda mazlum; bir yanda sömüren, diğer yanda sömürülen; bir yanda çalıştıran, diğer yanda çalışılanlar diye ikiye bölünmüş durumda.
Bu bölünmüşlük yaşam biçimleri; yani giyimleri, yemeleri, içmeleri, yaşadıkları yerler, evleri, ihtiyaçları, sağlık, eğitim, eğlence imkanları, düşünce biçimleri; yani görüşleri, inançları, dünyaya bakışları; çalışma biçimleri, iş hayatındaki yerleri ve rolleri, toplumsal zenginlikten aldıkları pay ve bütün bu faktörler sonucu çıkarları birbirinden farklı sınıfları ortaya çıkarıyor.
Dünyaya şöyle bir bakın, bazı insanlarla yaşamlarınızın ne kadar ayrı olduğunu göreceksiniz. Siz bunların boşuna mı olduğunu zannediyorsunuz?
Demek ki bir gerçekle, hatta herkesin bildiği, hissettiği, gördüğü ama tanımlamakta zorlandığı bir “sır”la karşı karşıyayız. Biz buna sınıf gerçeği diyoruz.
Sınıf gerçeği vurgun etkisi yapar, insanları geleneksel düşünme, görme, davranış biçimlerinden koparır, insanı kendine getirir, soluksuz kalmışken doya doya soluk almak gibi insana, düşünceye can verir.
Sömüren azınlık bunu bildiğinden, bu gerçeği saklamak için bütün olanaklarını (üniversitelerden medyaya, gelenekten göreneğe kadar) devreye sokar.
Sınıf meselesi, sınıf gerçeği bir kez kavrandığında, sömürünün kader olmadığı ve sömürüye karşı mücadele edilebileceği ortaya çıkar.
Şimdi geliyoruz en kritik noktaya.
İçinde yaşadığımız toplumdaki en sıradan, en önemsiz ya da en önemli, en sarsıcı görülen olay, olgu ve gelişmenin arkasında sınıf sorunu vardır. Yeter ki arka planını gör, vakaların temellerine in. Aralarındaki bağları kur. Bu gerçeği görür ve bu gerçeği kavrarsın.
Sınıf bakışı bize uzak ve derin görüşlülük kazandırır. Satha, yüzeye, sunulana, anlatılana kalmamayı, söylenenle yetinmemeyi bize gösterir.
Biz her şeyden önce kendimiz olmayı ve işçi gibi düşünmemizi sağlar.

Şimdi biraz daha derinlere inebiliriz. Ama burada bir alt çizelim. Sınıf gerçekliğini kavramak önce kendimizi tanımamızı sağlar. Bizi biz yapar. Bize muhteşem bir gücün parçası olduğumuzu hissettirir. Karanlık aydınlanmaya, sistemin hokus pokusu, illüzyonu çözülmeye başlar. Çünkü gerçek devrimcidir. Peki o zaman sınıf nedir? Önce bu kavramı açalım ve sözü işçi sınıfının mücadelesinin ustalarına bırakalım: “Toplumsal üretimin tarihsel olarak belirlenmiş bir sistemi içindeki yerleri, üretim araçlarıyla olan – büyük bir bölümü yasalarla saptanmış ve özetlenmiş – ilişkileri, toplumsal emeğin örgütlenmesinde oynadıkları rol ve giderek sahip oldukları toplumsal zenginliğin elde edilme biçimi ve bu zenginlikten aldıkları payın büyüklüğü bakımından birbirinden ayrılan büyük insan kümeleri sınıf diye tanımlanır. Sınıflar, belirli bir toplumsal ekonomik sistem içindeki yerlerinin farklı olması nedeniyle diğerlerinin emeğini kendilerine mal edebilen insan kümeleridir.” Evet, uzun bir cümle ama mükemmel bir tanımlama. Hadi yeniden okuyalım. Kısaca şu söyleniyor, sınıfların varlığı iki tarihsel koşula dayanıyor: Artık-ürün (bu kapitalist toplumda artı-değer’dir) ve üretim araçlarının özel mülkiyeti. Bu anlamda, üretim araçlarına sahip olma kritik bir içerik taşıyor. Üretim araçlarına sahip olma veya olmama durumuna bağlı olarak, sınıfların toplumsal üretimdeki yerleri, üretimde oynadıkları rol, sağladıkları geliri elde etme biçimi ve bu gelirin miktarı değişiyor. Bu durum toplumun sınıflara bölünmesinin maddi kaynağını oluşturuyor. Yine karıştı galiba… Daha özet ifadeyle; işçi çalışır, üretim araçlarına sahip değildir, fakirdir. Ve fakir kalmaya mahkûmdur. Ne garip değil mi? Hep çalışıyorsun, ama hep sorun yaşıyorsun, bir türlü ay sonunu denkleştiremiyorsun. Ama ne diyorlardı: “Kıskanma, çalış, senin de olur.” Çalışıyorsun, hiçbir şey olmuyor. Hatta daha da fakirleşiyorsun. Ara sıra piyango, loto gibi şans oyunlarından kazananlar çıkıyor, bunlar da vitrin yapılıyor. Aslında büyük kitleler bir serabın etkisine giriyor. Herkes bana da çıkabilir diye, zengin olma hayali kuruyor. Ama hiçbir şey değişmiyor. Bir işçi yaşamı boyunca hayatla mücadele ediyor, ancak zar zor geçiniyor. Emekli olması çok uzak bir gelecek gibi görünüyor. Olsa bile başını sokacak bir ev bile alamıyor. Burjuvazi, yani patron, yani para babası hiç çalışmıyor. Ama üretim araçlarına sahip ve hep zengin. Parasına para katıyor. Sefa içinde yaşıyor. Onun dünyasının, yaşamının, algı ve olaylara bakışının bizimle uyumlu olması beklenebilir mi? Onun çıkarlarıyla bizim çıkarlarımız ortak olabilir mi? Bu sorular basit gibi görünüyor ama yaşamsal ve stratejik sorular. İşçi sınıfıyla, burjuvanın çıkarları ve dünyaya bakışları farklıdır ve eşyânın tabiatı gereği farklı olmalıdır. Sınıf farklılığının temel nedeni, sınıfların varlığıdır. Bu farklılıkta görüldüğü gibi, sınıfların varlığı hiç de kader değildir. Bütünüyle sosyolojik bir gerçek ve sosyolojik bir olgudur. Sınıf gerçekliğini kavramak, bizim kadere bırakılmış geleceğimizi kendi ellerimize almamızı sağlar. Sorun, safını bilmek ve işçi sınıfı bilimiyle kuşanmaktır. Safını bilmek, işçi olduğunun bilincinde olmak en başta bize şunu kazandırır: Ben işçiyim, çalıştığım yerde, şehirde, ülkede, diğer ülkelerde benim gibi işçiler var. Belki onları tanımıyorum, belki de hiç tanımayacağım ama onlarla aynı sınıfın parçasıyım, sorunlarım ve çözüm yolları aynı, aynı kaderi paylaşıyor, aynı şeylere kederleniyoruz. Biz aslında koca bir sınıfın oğulları, kadınları, insanlarıyız. Hamurumuz, dokumuz, ruhumuz aynı!… Biz uluslararası bir sınıfız, enternasyonal bir kimliğimiz var. Bak her şey değişmeye başladı. Sınıfını ve safını bilmek, örgütlenmeye, bir şeyler yapmaya başlamanın ilk adımıdır. Bu ilk adımın ardından, daha büyük ve etkili adımlar gelir. Ardından hemen şu soru gelebilir, neden sınıflar var? Üretim araçları neden bir azınlığın elinde? Üretim araçlarının özel mülkiyeti sınıfları yaratıyorsa, sınıfları ortadan kaldırmak mümkün mü? Bakın, sorular artmaya başladı. Kafalar karışmadan burada sorulara son verelim. Yine kısa bir özet yapalım, ne dersiniz? Sınıflı toplumlarda (içinde yaşadığımız kapitalist toplum da sınıflı toplumdur) iki temel sınıf vardır. Bu temel sınıfların yanında başka ara sınıf ve tabakalar da bulunur. Ama aslolan iki temel sınıftır. Yani yaşadığımız toplumda işçi sınıfı ve burjuvazi gibi. Yani çalışanlar ile çalıştıranlar, üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar… Toplumu kavramamız, dünyanın alt üst olduğu bu koşullarda neler olup bittiğini anlamamız, yerimizi, safımızı bilmemize bağlıdır. Sömürülmenin kader olmadığının bilincine varmamız, ezilmeye, sömürülmeye karşı mücadele etmemizi beraberinde getirecektir. Evet, dünya değişebilir. Önce sınıf meselesini kavrayıp, saf alırsak ve örgütlü bir güç olduğumuzda dünyayı değiştirebiliriz. Unutmayalım, sınıflı toplum, yani sömürüye, ezilmeye, baskıya, eğitimsizliğe dayanan bir toplum kader değildir. Tarihin gelişiminde geçici bir dönemdir. İşçi sınıfı, tarihin öznesi ya da yapıcısı olarak bu kaderi değiştirecek tek güç ve tek sınıftır. Kendi sınıf bilimiyle donanmış ve örgütlü bir işçi sınıfı, sosyal bir anafor yaratarak, tüm ezilenleri kendi etrafına toplar ve muazzam bir güce dönüşür. Yarattığı enerji yeri yerinden oynatacak bir boyuttadır. Önemli olan sınıfsal safını bilmek, örgütlenmek ve bu enerjinin ve gücün parçası olmaktır. Ne dersiniz, yapabilir miyiz? Ya da daha doğru soru; yapmamaktan başka çaremiz var mı? Haydi o zaman öğrenmeye, sınıf gerçekliği ve pusulasıyla hareket etmeye ve örgütlenmeye… Ne zaman mı?

Hemen şimdi… Kendin için, geleceğin için, sınıf kardeşlerin için… Bu böyle gitmez demek için…

 

Yazar