KAPİTALİZMİN DOĞASI VE KÜRESEL KRİZ

“Doğrudan doğruya zora dayalı emek, Antik Dünya’nın temelidir; cemaatin gerçek temeli budur; henüz bütünüyle tikel nitelikte bir ‘privilegium’ (ayrıcalık) olarak, genel mübadele değerleri üretmeye yönelik olmayan emek ise Ortaçağ dünyasının temelini oluşturur. Oysa modern toplumda emek ne zora dayanır, ne de ikinci durumda olduğu gibi, yüksek ve ortak bir bütün korporasyonlar göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiştir. […] Sermayeyi efendi-uşak ilişkisinden ayıran temel ayrım, işçinin sermaye karşısına bir tüketici ve ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde, para biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır. İşçi burada sonsuz sayıdaki dolaşım odağından biri olarak işçi belirlemesini yitirir.” (Karl Marx*)

Max Weber, kapitalizmin ruhunu Hristiyan ahlakı üzerinden tanımlar. Hristiyan ve seküler ahlakta çalışmak kutsanır. Hırs ve rekabet teşvik edilir ve doğallaştırılır. Aslında kapitalizmin ruhu, kendini en net biçimde cehennemle ifade eder. Bu, mecazi anlamda değil, kelimenin gerçek anlamıyla, bir cehennemdir. Kapitalizmin ruhuyla kapitalist krizler arasında diyalektik bir bağ vardır. Ruhun anlaşılması ve kavranması, bir başka bağlamda kapitalist krizlerin anlaşılması demektir.

Kapitalizm, kendini makro ve mikro cehennemlerle besler. Ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişki, kapitalist üretim biçiminin tüm karakterini belirler. Marx’ın bu tanımlamasını aslında şöyle açıklayabiliriz: Mikrokozmos olan fabrika ve fabrikadaki tüm ilişkilerin çözümlenmesi, makrokozmos olan kapitalizmin işleyişini ve içeriğini göstermektedir. Marx, “Kapital”i kaleme alırken de bu mikrokozmosa bakmış, çözümlemiş ve makrokozmosun işleyişini ortaya koymuştur.

Makro cehennemler, bugün fabrikalar ve Türkiye’deki 249 adet organize sanayi bölgesidir. Örneğin Tuzla tersane bölgesi bir makro cehennemdir. Kriz öncesine kadar bu cehennemde 50 bin işçi çalışmaktaydı. 300’ün üzerinde taşeron vardı. Çalışma ve yaşam koşulları 18. yüzyılı aratmayan düzeydedir ve ölüm, gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştür. Bu cehennemin gıdası ölüm, kan, gözyaşı ve alın teridir. Bir başka düzlemde, neo-liberalizmin laboratuvarıdır. 200’e yakın ölüm ve yüzlerce yaralanma doğal karşılanmakta, cehennemin rutin işleyişi olarak görülmektedir.

Mikro cehennemlerden biri ise, resmi rakamlara göre 5 bin, gayriresmi rakamlara göre 10 bin çalışanın bulunduğu kot taşlama atölyeleridir. Bu küçük cehennemlerde, kot kumlaması sonucunda işçiler, bir akciğer hastalığı olan ve ölümle sonuçlanan silikozis hastalığına yakalanırlar. Bütün çalışanlar kademeli olarak bu hastalığı yaşamaktadır. 2006 yılına kadar tanımlanmayan, gizlenen bu hastalık sonucunda yüzlerce işçi yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi de ölümü beklemektedir. Ancak hastalık, işçilerin çeşitli eylemleriyle kamuoyuna duyurulmuştur. Bugün 650 silikozis hastası meslek hastalığı kapsamında kabul edilip emekliye ayrılmıştır. Fakat hâlâ yüzlerce silikozisli işçi olmasına rağmen, aynı hak devlet tarafından bu işçilere tanınmamaktadır. Hâlihazırda birçok sektörde hiçbir önlem alınmadan işçiler silikozisli havayı teneffüs etmektedirler.

Bir mikro cehennem örneği de Paraguay’da yaşanmıştır. Paraguay’da, 2006 yılında bir markette çıkan yangında patron, meydana gelebilecek bir yağma ve talanı önlemek amacıyla kapıları çalışanların ve müşterilerin üzerine kapatmıştır. Dışarı çıkamayan 300 kişi yanarak ölmüştür. Bu örnekte görüldüğü gibi, kapitalizm için insanın hiçbir değeri yoktur; meta her şeydir.

Dünyanın en büyük perakende şirketi olan Walmart’ta kasada çalışan kadın işçilerin tuvalete gitmelerini engellemek için altlarına pet bağlanıyor. Kendini aşağılanmış hisseden işçiler, bedenlerini terbiye ederek son derece insani bir ihtiyacı ertelemek zorunda kalıyorlar. Kapitalizm, işçiyi değersizleştirerek artı-değer sömürüsünü gerçekleştirir.

Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu mikro cehennemlerin işleyişi de ölüm, aşağılanma, değersizleştirme ve aşırı sömürüyle gerçekleşir.

Özel mülkiyet ve kâr, kapitalizmin temel güdüsü ve amacıdır. Kapitalizmin varoluşunun tek bir nedeni vardır: kâr ve daha fazla kâr. Marx, “Kapital, kendini asacak urganı bile pazarda satar” der. Evet, kapitalizm için artı-değer sömürüsü ve sermaye birikimi her şeydir.

 

Son günlerde aktüel bir konu olan domuz gribini incelediğimizde yine karşımıza kapitalizmin vahşeti çıkar. 1990’ların ortalarından 2000’li yılların başlarına kadar Amerika’da mega domuz çiftliklerinde bir yoğunlaşma yaşandı. 1965 yılında 53 milyon domuz ve 1 milyon domuz çiftliği varken, günümüzde bu sayı 65 milyon domuza karşılık 65 bin çiftliğe indi. NAFTA Anlaşması’ndan sonra ucuz iş gücü ve çeşitli sermaye teşviklerinden yararlanmak, çevrenin korunması ve sağlık problemleri gibi yükümlülüklerden kaçınmak amacıyla çiftliklerin büyük bir kısmı Meksika’ya taşındı. Son derece sağlıksız, standardize ve steril olmayan koşullarda domuz üretimine başlandı. Bu koşullar, birleşik virüslerin oluşma zeminini yarattı. Basit bir grip virüsü başka bir virüsle birleşerek mutasyona uğradı ve karşımıza öldürücü ve hızla bulaşan domuz gribi hastalığı olarak çıktı. Bu hastalığın, sonuçları tartışılamazsa, sorumlusu daha ucuz iş gücü ve maksimum kâr peşinde olan kapitalizmdir.

 

Benzer bir tanımlamayı Kırım-Kongo Kanamalı Hastalığı için de yapabiliriz. Daha önce hastalığın adını aldığı Kırım ve Kongo hattında göçmen kuşların göç yollarında meydana gelen bu hastalık, bir taraftan ekolojik dengedeki bozukluk, diğer taraftan endüstriyel tavukçuluktan dolayı Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgelerinde sık sık görülmeye başlandı. Ev besiciliğinde bir tavuğun günde 40 bin kene yediği açıklanmaktadır. Endüstriyel tavukçuluğun yaygınlaşması ve ekolojik bozulmadan kaynaklanan nedenlerle artık Erzurum, Sivas, Çorum ve Tokat bölgeleri Kırım-Kongo Kanamalı hastalığın yaşandığı yerlere dönüştü. Bu hastalığın kaynağı da kapitalizmdir. Kapitalizmin kâr hırsı hem ekolojik dengeyi bozmuş hem de endüstriyel tavukçuluğu yaygınlaştırmıştır.

 

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Kapitalizm, yarattığı makro ve mikro cehennemleriyle kendini var eder. Ruhunu ona göre biçimlendirir. Onun için insanın, doğanın, diğer canlıların önemi yoktur; aslolan kârdır. Bütün bu özellikleriyle kapitalizm aşağılık, simsar ve iğrenç bir sistemdir.

KAPİTALİST ÜRETİM TARZININ DOĞASI

 

Kapitalizm, sadece burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemez, aynı zamanda bir ilişki ve zihniyet yumağıdır. İnsanın yabancılaşmasının derinleşmesinden güç alır. Ona amaç yükler, mana dünyası kurar, arzularını şekillendirir ve bu negatiflikten dinamizm kazanır.

 

Kapitalist sistem bünyesinde üç gelişmeyi barındırır. Bunlardan birincisi, antagonist karakterli emek-sermaye arasındaki gelişimdir; diğeri sermaye-sermaye arasındaki gelişimdir; bir diğeri ise emek-emek arasındaki gelişimdir.

 

Emek-sermaye ve sermaye-sermaye arasındaki gelişim, kapitalist üretim tarzının kaotik ve anarşik yapısını işaretler. Sermaye, emeği sistemli ve yoğun bir şekilde sömürmek isterken, emek buna karşı direnir. Hatta bu direniş, emek gücü olmaya ve işçileşmeye karşı bir direniştir. Bir anlamda insan kalma uğraşıdır. Çünkü sermaye karşısında insan değil, işçi aranır. Kapital I, sermaye birikim süreçlerini ve işçileşme tarihini anlatan bir çalışmadır. 18. yüzyıl, bir işçileştirme tarihidir; 19. yüzyıl ise işçi sınıfının yoğun ve uzun çalıştırılma tarihidir. 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın birinci yarısı, işçileştirme ve bu işçileştirilen yığınları denetim altına alma politikalarını kapsar. Kapital I bir başka anlamda, işçileştirme politikalarına karşı direnişleri ve mücadeleleri anlatır. [2]

 

Sermaye-sermaye arasındaki gelişim ise rekabete dayanır. Yıkıcıdır ve sermayenin üç hâlini açığa çıkarır: sermaye birikir, yoğunlaşır ve merkezileşir. Kapitalist üretim tarzının bünyesindeki emek-sermaye gelişimi ve sermaye-sermaye gelişimi, kapitalist krizlerin nedenlerini oluşturur. Kriz, onun doğasındadır. Kapitalizm, kriz üretir. Kriz, onun bir gelişme biçimidir.

 

Kapitalizmin doğasını şöyle tanımlayabiliriz:

 

İşçiler üretir, çalışır; üretim araçlarına sahip değildir, fakirdir; burjuvazi, üretmez, çalışmaz; üretim araçlarına sahiptir, zengindir. Yani üretim araçlarına sahip olmak, yaratılan tüm değerin gasp edilmesine neden olmaktadır. Başka bir ifadeyle, kapitalist sistemde üretim kolektif ve toplumsaldır, üretim araçları ise özel mülktür. Bunun doğal sonucu olarak sermaye, üretimin kaderini ve sosyal yeniden üretimini bütünüyle belirler. Ayrıca özel mülk, kapitalizmin gerçek ruhudur.

 

Ayrıca kapitalizmde plan ve anarşi iç içedir. Kapitalizmde her üretim, belirli bir planla gerçekleştirilir. Üretimin çeşitli birimleri arasında koordinasyon vardır. Bu süreç, üretimin realizasyonu için zorunludur. Fakat sermaye grupları arasındaki ilişki ise tam tersinedir ve anarşik özelliktedir. Hiçbir koordinasyon yoktur ve rekabet esastır. Kapitalizmde plan ve anarşi, madalyonun iki ayrı yüzü gibidir. Kapitalizmde makro potansiyeller ve üretkenlik, anarşi ile yan yana var olur. Daha öz bir anlatımla, insanlar kapitalizmde bolluğun içinde çıplak açlıkla yüz yüzedir.

 

Tarihte insanlar birçok kez yiyecek kıtlığından dolayı aç kaldılar. Kapitalizmde ise fazla yiyecek olmasına rağmen insanlar açtır. Bu sistemin paradoksu değil, doğasıdır.

 

Kapitalizmde üretim insan için yapılmaz. Tüm ürünler metadır. Her şey satış ve piyasaya yönelik üretilir. İşçiler başkaları için üretir, kendi gereksinimleri için değil. Üretim kâr amaçlı gerçekleştirilir. Bundan dolayı kullanım değeri değil, değişim değeri belirleyicidir. Marx, kapitalizmin temel çelişkisinin kullanım değeri ve değişim değeri arasında olduğunun altını çizer.[3] Örneğin, Türkiye’de 2 milyon boş ev bulunmaktadır ama milyonlarca insan hayatını evsiz idame ettirmektedir. Çünkü ev bir metadır ve rant için inşa edilmektedir. Max Horkheimer’in kapitalizmi bir değişim değeri sistemi olarak tanımlaması boşuna değildir.

 

Sermayenin organik bileşimi, en genel biçimiyle canlı emek-cansız emek oranını gösterir. Sermaye, göreli artı-değer (emeğin verimini artıran teknik yeniliklerin uygulanmasıyla çoğaltılan artı-değer) üretimini artırmak için sürekli olarak mekanizasyona gider; bu durum canlı emeğin kullanımını cansız emeğin kullanımına oranla (ya da sabit sermaye, yani fabrikalar, makineler, toprak, bina, teçhizat, hammadde) giderek azaltır. Canlı emek, cansız emeğe tabi olur.[4] “Canlı halkalar yerini demirden halkalara bırakır.” Ya da Deleuze-Guattari’nin ifadesiyle, sermaye canlı emek tüketen bir kâr makinesidir. Ne var ki artı-değeri yalnızca canlı emek üretir. Bu durum kâr oranının düşmesi yönünde bir eğilim yaratır. Özetle kâr oranının düşüşü, sermayenin organik bileşiminin yükselişiyle emek üretkenliğinin arttığı arasındaki gerilime bağlıdır. [5]

 

Kısaca sermaye, kâr ve daha fazla kâr hırsıyla artı-değerin kaynağı olan işçinin emeğini (canlı emeği) üretimin dışına atar, yerine makinelerle simgelenen cansız emeği koyar. Bunun anlamı sermayenin “hiçbir zaman” canlı emeğe yatırım yapmamasıdır. Emek, kapitalist üretim için bir girdidir. Yatırımı cansız emeğe yapar. İşçileri aç ve işsiz bırakır. Cansız emeğe yatırım yaparak teknolojisini yeniler ve rekabet gücünü artırır.

 

İşte bu nokta, yani işçinin aç ve işsiz bırakılması emek-sermaye arasındaki antagonizmanın bir yansıması olurken, rekabet için cansız emeğe yatırım yapılması da sermaye-sermaye arasındaki çelişkinin tezahürüdür. Kapitalist sistemde sermayenin temel motivasyonu artı-değeri ve sermaye birikimini maksimize etmektir. Sermaye, emeği nesneleştirdiği oranda, artı-değerin ve sermaye birikiminin maksimizasyonunu sağlar.

 

Cansız emeğe yapılan yatırım sonucunda mal yığılır ama malı alacak kimse yoktur. Çünkü onu alacaklar aç ve işsiz bırakılmışlardır. Ya da bir işçi bir sermayedar için işçiyken, öbürü için müşteridir. Piyasada fazla üretim vardır ve eksik tüketim yaşanmaktadır. Bu noktada her ne kadar birbiriyle ilişkili olsa da ticari aşırı üretimle, sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Sorun, satılamayan bir ticari ya da mal bolluğu sorunu değildir; sorun, satışların belirli bir kâr oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Peki, bu fazla üretim sorunu nasıl aşılacaktır? İşte o an Marx’ın bir boyutuyla “peygamber”, yani “kurtarıcı”, diğer boyutuyla “üçkağıtçı”, yani “dolandırıcı” diye tanımladığı finans, spekülasyon devreye girer. [6] Yığılmış malın tüketilmesi doğrultusunda spekülasyon hareketleri başlar; yani kredi sistemi, mortgage ve kredi kartı ve sıcak para hareketleri gibi… Alım gücü olmayana sanal bir imkân yaratılıp, yığılmış malı tüketmek doğrultusunda operasyonlara girişilir. Bir anlamda tüketim terörü yaratılır. Bu operasyon bir başka boyutuyla sınıfın devrimci kimyasını bozucu içeriktedir. Alım gücü olmayan bir işçi, kredi kartları ve kredilerle borçlandırılıp, bir taraftan sistemin rektifikasyon aracına dönüştürülür, diğer taraftan kendi geleceğini uzun yıllar ipotek altına aldığından dolayı greve, direnişe çıkması pek mümkün olmaz. İşsizlik tehdidi bu baskılamayı daha da artırır. Sistem böylece kendisi için yıkıcı bir gücü absorbe ederek sistemin problemlerini aşmada son derece organizeli bir şekilde kullanır. Aslında spekülasyon burada da görüldüğü gibi bir semptom tedavisidir. Hastalık sürmektedir, hatta artmaktadır, ama belirtileri semptom tedavisiyle ortadan kaldırılmaktadır. Böylece hastalığın kendisi en fazla ötelenmektedir.

 

Kapitalist kriz tiplerine girmeden önce yaşadığımız bu krizi, yani finans sektöründen başlayıp hızla üretim sektörüne yansıyan ve büyük bunalım niteliği taşıyan kapitalist krizi ve buradaki finansal aktiviteleri anlamak için Marx’a döndüğümüzde son derece çarpıcı çözümlemeler görürüz. Marx, 1848 Devrimleri için yaptığı yorum son derece aydınlatıcı ve bugünü tanımlayıcı içeriktedir: “Aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sonunda geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır ve patlamanın şiddetini artırır. Kriz önce spekülasyon alanında başlar, ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye göre (siz bunu burjuva iktisatçılar ve sol liberaller diye okuyun —V.Y.) krizin nedeni aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görülür; hâlbuki bu aşırı üretimin bir semptomudur.”

 

Yine Marx’ın Kapital 3’te konuya ilişkin başka bir yorumu ise şöyledir: “Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde, kredinin birdenbire kesildiği ve ancak nakit ödemelerin geçerli olduğu sıralarda -ödeme araçlarına olan büyük hücum karşısında- bir bunalımın mutlaka ortaya çıkacağı açıktır. Bu yüzden, ilk bakışta bütün bunalım sırf bir kredi ve para bunalımı gibi görünür. Ve aslında bu, yalnızca poliçelerin paraya çevrilebilme sorunudur. Ne var ki bu poliçelerin çoğunluğu, fiili alım-satımları temsil eder ve bu alım-satımların genişliğinin toplumun gereksinimlerinin çok üzerinde olması, en sonunda, bütün bu bunalımın temelidir. Aynı zamanda, bu poliçelerin muazzam bir miktarı, şimdi gün yüzüne çıkan ve sabun köpüğü gibi sönen düpedüz bir dolandırıcılığı; ayrıca başkalarının sermayesiyle yapılan başarısız spekülasyonları; ve en sonunda, değer kaybeden ya da hiç satılamayan meta-sermayeyi veya asla tekrar gerçekleştirilemeyecek olan geri dönümleri temsil eder. Yeniden üretim sürecindeki zoraki genişlemeye dayanan bu baştan sona yapay sisteme, hiç kuşkusuz İngiltere Bankası gibi bir bankanın, bütün dolandırıcılara, senetleri yoluyla değersiz sermaye vermesi ve değer kaybetmiş bütün metaları eski nominal değerleri üzerinden satın almasıyla çare bulunamaz. Ayrıca burada her şey çarpıtılmış bir görünümdedir, çünkü bu senet dünyasında, gerçek fiyat ile bunun gerçek temeli hiçbir yerde görünmez, yalnızca gölgeler, madeni sikkeler, banknotlar, poliçeler ve senetler vardır.” [7]

 

 

Kapitalist Kriz Tipleri

 

Kapitalizmin krizleri ne bir sapma, ne de yaşanan bir talihsizliktir. Kriz, sistemin karakteristik özelliğidir. Kapitalizm bir anlamda sürekli kriz sistemidir. Sistem kendi iç çelişkilerinden dolayı bir krizden diğerine sürüklenir. Her kriz, geçmişte yaşanan krizden daha yoğun kendini dışa vurur. Sistemin krize çözümleri son tahlilde palyatiftir. Fakat bu özelliği, antagonizmanın emek cephesinde bir reaksiyon yaratmadığı müddetçe bir konsolidasyonun ve yenilenmenin ifadesi olabilir.

 

Kapitalist sistemde iki kriz tipi vardır: Birincisi kısa çevrimli krizlerdir, ikincisi ise buhranlar ve büyük bunalımlardır.

 

Kısa çevrimli krizler ekonomide daralma ve genişleme periyotlarına bağlı olarak sık görülen bir kriz tipidir. 19. yüzyılda kapitalizmin merkez ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de aşağı yukarı 8-10 yıllık periyotlarda (1816, 1825, 1836, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890’da) kendini göstermiştir. Emperyalizm çağında ise kısa çevrimli krizlerin nüksetmesi daha karmaşık bir görünümdedir.**

 

Büyük bunalımlar arasında kısa dalgalanmalar şeklinde dışa vurmaktadır. Son 25 yılda uluslararası çapta bu bağlamda bir dizi kriz yaşanmıştır. 1982 Avrupa para krizi, 1987 ABD borsa krizi, 1993 Sterlin krizi, 1994 Türkiye-Meksika krizi, 1997-98 Doğu Asya krizi, 1998 Rusya-Brezilya krizi, 2001 Türkiye-Arjantin krizi bu tür krizlere örnektir. Kısa çevrimli krizlerin en temel özellikleri şunlardır; bu krizler bölgesel mahiyettedir, ağırlıklı olarak finans sektörüyle sınırlıdır, birkaç yılı geçmeyen ve süresi uzamayan krizlerdir.

 

Sistem bu krizlerle kendini yeniler. Bilindiği gibi kapitalist sistem bünyesinde toksin üretir. Hatta kapitalist sistemin kendisi toksinli bir “varlıktır”. Bu krizlerle sistem toksinlerini atar. Krizlerle kapitalist sistem gelişimini, anarşisini boşaltır.

 

Buhran ya da büyük bunalımlar ise kapitalizmin tarihinde üç kez yaşanmıştır. Bu krizler kapitalist üretim tarzını sarsacak niteliktedir. Yıkıcı sonuçlar doğuran kitlesel işsizliğin yaşandığı, küresel düzeyde yoksulluğun arttığı, büyük dev şirketlerin iflas ettiği, yeni bir kapitalist formasyona geçildiği şiddetli altüst oluşları ifade eder. Bazı temel özellikleri bulunmaktadır. En başta bölgesel değil, küresel mahiyettedir. Bir ülkede başlasa bile hızla uluslararası düzeye yayılma özelliği taşır.

 

İkinci temel özelliği senkronize bir karakter göstermesidir. Bugün yaşadığımız kapitalist krizde görüldüğü gibi senkronizasyonun bir boyutu sektörden sektöre sıçraması ve ülkeden ülkeye yayılmasıdır. Senkronizasyonun ikinci boyutu ise kriz, bir dizi krizle birlikte kendini dışa vurur. Örneğin bugün gıda krizi kapıdadır. Daha önce Mısır ve Haiti’de yaşanan gıda isyanlarının küresel çapta yaygınlaşması olasıdır. Ayrıca 21. yüzyılın bu konjonktürü kendini hegemonya kriziyle de göstermektedir. G-20 zirvesi, bir taraftan emperyalist özneler arasında bir konsensüs arayışını işaretlese de, öte taraftan hegemonya krizinin açığa çıktığı bir zirve olmuştur. Yaşanan kriz aynı zamanda bir uygarlık krizi olarak da görülebilir. Makineye ve tüketime dayalı kapitalist uygarlık çürümekte ve çökmektedir. Ayrıca dünyanın yok oluşunu işaretleyen ekolojik kriz bütün yıkıcılığıyla sürmektedir. Kapitalist sistem, bırakın insanların geleceğini, tüm canlıların ve dünyanın geleceğini tehdit eden bir içeriktedir. Bütün bunlarla birlikte hırs ve rekabetle kendini üreten ve insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan kapitalist sistem, çıplak bir etik kriz içindedir. Bir başka boyutuyla konformizm, tüketim terörü ve hedonizmle özdeşleşmiş sistemin bütün çürümüşlüğü alenidir. Kısacası büyük bunalımlarda bugün yaşandığı gibi kriz senkronizasyonu ortaya çıkar. Diğer bir özellik ise krizin hızlı deforme edici niteliğidir. Bu deformasyon daha önceki krizlerde görüldüğü gibi dünya çapında üretim kapasitesinin sert düşüşünde gözlemlenebilir. Ayrıca bugün bırakın merkez ülkeleri, ikinci kuşak ülkeler diye tanımlanabilecek Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Kore’de hem ticari, hem de finansal çökmeler yaşanmaktadır. Periferideki durum ise çok daha vahimdir. Son olarak büyük bunalımların temel özelliklerinden bir tanesi uzun süreli olmalarıdır. 1873 krizi 20 yıllık bir zaman diliminde, yani 1873-1893 arasında kendini hissettirmiş, yıkıcı etkilerini 20-30 yıllık bir kesitte göstermiştir. Benzer bir durum 1929 krizinde yaşanmıştır. 10 yıllık bir süreyi kapsayan bu krizin sarsıcı sonuçları II. Paylaşım Savaşı’nda ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasındaki yeni kapitalist formasyonu belirlemiştir. Yaşadığımız krizin de 10-15 yıllık bir süreye yayılması büyük bir olasılıktır.

 

Yaşanan krizin bir kısa çevrimli kriz olmadığı ortadadır. Ve bu kriz büyük bir bunalımı işaretliyorsa, yeni bir tarihsel momentumda olduğumuzun bir göstergesidir. Bu momentum 21. yüzyıldaki sınıf mücadelelerini kapsayan içeriktedir. Bunun anlamını daha önceki büyük bunalımlara bakarak görebiliriz. Çünkü her büyük bunalım, döneminin sınıf ilişkilerine ve çatışmalarına damgasını vurmuştur. Krizin bu manada tartışılması, bir anlamda krizin içeriğinin anlaşılması anlamına gelir. Bunun dışında kriz tartışmaları ya totolojik mahiyettedir ya da aktüalitenin içine hapsolmuştur.

 

1873-1893 krizi, tekel öncesi dönemden tekel sonrası döneme geçişi ifade eder. Tekelleşme süreci, kapitalizmin bir tarihsel döneminden diğerine geçişinin bir göstergesidir. Emek-sermaye arasındaki antagonizma en sert şekilde kendisini dışa vurmuş, sınıf mücadelesi keskinleşmiştir. Krizin arkasında emek cephesinin yarattığı 1830-1848 devrimleri, işçi sınıfının toplumsal maddi güç olarak tarih sahnesine çıkışı, genel grevler, barikat savaşları ve iktidar atakları vardır. Komünist Manifesto bu mayanın ya da İngiliz Sanayi Devrimi’nin ve 1789 Fransız Devrimi’nin yarattığı tarihsel konjonktürün ürünü olarak doğdu. [8]

 

1864 I. Enternasyonal, dünya işçi sınıfının partisi olarak emeğin gücünü örgütledi ve gösterdi. 1871 Paris Komünü, işçi sınıfının iktidarını simgelerken, burjuvazi için korkulu bir rüya oldu. 1870 ve 80’lerde ABD, İngiltere ve kıta Avrupa’sında yoğun işçi grevleri yaşandı. İşçi sınıfı giderek şekillendi. Büyük bunalım bu faktörlerle tetiklendi. Aynı süreç, Engels’in ifadesiyle İngiliz endüstri tekelinin çöktüğü ve İngiliz işçi sınıfının ayrıcalıklı konumunu kaybettiği bir dönem oldu. Yani bir başka boyutta hegemonya krizi açığa çıkmaya başladı.

 

Kriz, çalışma rejiminde önemli değişikliklere yol açtı. Pre-Taylorizm’den Taylorizm’e geçildi. Taylorizm, özünde bilginin emek sürecinin dışına çıkartılmasını içeren bir yönetim tekniğiydi ve detaylı planlamaya ve son derece iyi hesaplanmış iş bölümüne dayanıyordu. Hedef, üretkenliği artırmaktı. [9] Bu yönde üretim ve yönetim birbirinden ayrıldı. İş standardize edildi. İşçi, Taylorizm’de akıl melekeleri olmayan ve kendine verilen görevleri düşünmeden yerine getiren bir nesne olarak ele alındı.

 

Büyük bunalım dönemi, buhar enerjisinden elektrik enerjisine geçişi simgeledi. Elektrik enerjisinin üretime girmesiyle makinelerin işleyişinde, güç motorlarının yenilenmesinde ve iletişimde önemli gelişmeler yaşandı. Sömürge savaşları hızlandı. Sonuçta kapitalizmin yeni bir formasyona geçişi ve emperyalist özneler arasındaki rekabet ve çatışma kendini, Rosa Luxemburg’un tanımlamasıyla “düzeltici savaş”ta gösterdi. [10] Yani bu büyük altüst oluşların veya ilk büyük bunalımın somut sonucu I. Paylaşım Savaşı oldu.

 

İkinci büyük bunalım 1929-1939 yıllarında yaşandı. Bu dönemin karakteristik özelliği, emperyalizm çağı olmasıydı. Yine arkasında muazzam antagonist gelişmeler yatıyordu. İşçi sınıfı, Ekim Devrimi’yle Paris Komünü’nden aldığı birikimi gerçek hâline getiriyor, iktidarı fethediyordu. Bu muazzam sarsıcı gelişme, 20. yüzyılın tüm sınıf ilişki ve çatışmalarına damgasını vuracaktı. Kapitalizmin kalbi sekteye uğrayacak, Almanya’dan İtalya’ya, Avusturya’dan Macaristan’a devrimci durumlar yaşanacaktı. Birinci sol dalga diye tanımlayacağımız bu gelişme, İngiltere 1926 Genel Grevi ve İspanya İç Savaşı’yla (1936-1939) kırılacaktı. Özellikle devrimci durumun yaşandığı İtalya ve Almanya’da faşizmin iktidara gelişi, işçi sınıfına karşı gerçekleşen karşı devrimci bir hareketti. Bu gelişmeler ve emperyalist güçler arasındaki çatışma ve gerilimler ikinci büyük bunalıma yol açacaktı. 1870’te başlayan İngiliz sömürgeciliğinin gerilemesi devam etmekteydi. Bu gerileme 1940’a kadar, yani 70 yıl sürdü. Aynı dönemde ABD’nin atağı olsa bile henüz yeni hegemon bir güç oluşmamıştı.

 

Büyük bunalım, üretim tekniği olarak Taylorizm’den Fordizm’e geçişi simgeledi. Yönetim teknikleri, üretim ve emek süreçleri Fordizm’e göre biçimlendi. Fordizm, kitlesel bir üretim sistemiydi. Taylorizm’de olduğu gibi işçiler üretim hattı boyunca hareket etmeyecek, iş işçiye gelecekti. Kayan bant sistemi ile bu olanak sağlandı. Fordizm, aslında Taylorizm’in bilimsel yönetim adı verilen anlayışının pratiğe uygulanması, üretkenlik artışının sağlanması ve buna göre ücret sisteminin belirlenmesini içeriyordu. Teknolojik gelişmelerle birlikte kitlesel üretimin önü açıldı. Üretim patlamaları yaşandı. Fordizm’de işçi, makinenin uzantısı olmaktan çıkıp makinenin parçası hâline geldi. Makinenin mantığına ve nesnelliğine göre örgütlenmiş bir üretim sürecine geçildi. İşçi, makinenin bir vidası gibi konumlandırıldı. İşçi, makinenin aklına tabi oldu. İşçinin bilgi ve becerisi tümüyle gereksiz hâle geldi. İşçiler kalifiye bir nitelik göstermiyordu. Tecrübesiz yeni işçi, uzun yıllar çalışan bir işçinin yerini hemen alabiliyordu. Bu durum aynı zamanda bütün işsizleri yedek işçi ordusu hâline getiriyordu. İkinci büyük bunalım, emperyalist özneler arasındaki çatışmayı en uç noktaya yükseltti ve sonuçta İkinci Paylaşım Savaşı yaşandı. Bu dönemin enerjisi, elektrik enerjisiyle birlikte yaygın petrol ve petrol ürünleri kullanımı ve nükleer enerji oldu.

 

1945-75 arası, kapitalizmin altın çağı olarak tanımlandı. Bir tarafta sosyal devlet ve refah toplumu, diğer tarafta reel sosyalizm döneme damgasını vurdu. İki kutuplu dünya ve büyük devlet politikaları süreci belirledi. Bu dönem her ne kadar toplumsal uzlaşma ve işçi aristokrasisinin yaygınlaştığı dönem olarak tanımlansa da, aslında büyük sınıf mücadelelerine sahne oldu. Örneğin 1919-1939 arasında metropollerde grevlere yaklaşık 75 milyon işçi katılmışken, 1946-1963 döneminde greve katılan işçilerin sayısı 125 milyona yükseldi. 1960-1970 arasında tüm kapitalist dünyada grevlere katılan işçilerin sayısı 425 milyonu buldu. Ve bu dönem Fordizm ile anılsa da, özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra Fordizm’in krizi açığa çıkmaya başladı. İşçi sınıfı, fabrika içindeki kapitalist tahakküme karşı çeşitli isyan biçimleri geliştirdi. İşe gitmeme, üretkenliği düşürme, endüstriyel sabotaj, spontane grevler, işi reddetme, fabrika işgal eylemleri Fordizm’in krizini bütün açıklığıyla ortaya çıkardı. 1968 küresel ayağa kalkışı, metropollerde büyük altüst oluşlara yol açtı. Özellikle Vietnam Savaşı, Çin Kültür Devrimi sürecin siyasal ayaklarını oluşturdu. Amerika’da savaş karşıtı ve sivil haklar hareketi sarsıcı etkiler yarattı. Siyahilerin kimlik mücadelesi ve ayağa kalkışı, siyah devrimi tartışılır kıldı.

 

Bütün bu toplumsal ve siyasal büyük dalgalanma, kapitalist sistemi krize sürükledi. Yaşadığımız krizin kökleri de bu döneme dayanmaktadır. Vietnam Savaşı’nın yarattığı bütçe açıklarının kapanması için altın-dolar bağının koparılması[***], yani 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü, 1972-74 yıllarında yaşanan küresel gıda krizi, 1973-74 yıllarında ortaya çıkan enerji krizi, üçüncü büyük bunalımın başlangıcını gösterdi. Kâr oranlarında 1960’lı yılların sonlarına doğru belirgin hale gelen düşüş, 1973 krizini tetikledi. Bu süreç de yeni bir kapitalist formasyonu işaretledi. Sistem bir taraftan kâr maksimizasyonu sağlamak, diğer taraftan sınıfın her düzeydeki (ekonomik, demokratik, siyasal) örgütlülüğünü parçalamak amacıyla sistematik bir karşı devrim programı olan neo-liberal politikaları hayata geçirdi.

 

Metropollerde M. Thatcher, R. Reagan ile simgelenen bu dönem, ideolojik, kültürel ve ekonomik boyutları olan konsantre bir karşı devrim olarak yaşandı.[11] Üretim sistemi olarak Fordizm’den post-Fordizm’e geçildi. Sınıfın boyunduruk altına alınması ve disipline edilmesi için son derece konsantre uygulamalar gerçekleştirildi. Bu süreç tarihin en büyük proleterleşme dalgasını yarattı. Ama aynı zamanda sınıfın amorf ve atomize oluş süreci olarak yaşandı. Sınıfın organik birliği parçalandı, sınıf hızla katmanlaştı. İngiltere, manifaktür ve ticari kapitalizm döneminde dünyanın atölyesi konumundaydı. Post-Fordizm döneminde ise dünyanın atölyesi Doğu Asya olmaya başladı. Hatta bütün dünya atölyeye dönüştü. Maksimum kârı hedefleyen post-Fordizm, kendini en net olarak esnek üretim ve sistematik güvencesizleştirme politikalarıyla dışa vurdu. Taşeronlaştırma, fason üretim, post-Fordizm’in ayrılmaz bir parçası olarak hayata geçirildi. Post-Fordizm’de işçi yalnızca makinenin bir vidası değildi. Aynı zamanda işçi, makineye aklını ve ruhunu vermeliydi ya da işçi artık organik bir makineye dönüşmüştü. Biyoteknoloji ve nanoteknoloji, bilişim ve haberleşme teknolojisinde önemli atılımlar gerçekleştirildi. Üretim alanında bu teknolojiler kullanılmaya başlandı. Yeni düzeltici savaşlar bu dönemde bölgesel savaşlarla kendini gösterdi. Ruanda’da 2 milyon (1994), Sudan’da 2 milyon (1984-2004), Yugoslavya’da 250 bin (1991), Irak’ta 1,5 milyon (2003), Afganistan’da 60 bin (2001) kişi bölgesel savaşlarda yaşamını yitirdi.

 

Sosyal devletin ilgası, reel sosyalizmin çöküşü ve bunun yarattığı büyük altüst oluş, yeni jeopolitik düzenin şekillenmesi ve 1,5 milyar insanın emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu, 1970’lerin başında başlayan krizin daha önce şiddetle kendini dışa vurmasını engelledi. 1930’lu yıllarda geliştirilen, esas olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan Keynesyen model, refah toplumu veya sosyal devlet olarak kendini simgelemişti ve 1980’li yıllara kadar varlığını korudu. Aslında bu model, sınıfın yıkıcı gücünü absorbe etmeye ve sınıfı sisteme entegre etmeye dayanıyordu. [12] Ekim Devrimi’nin sarsıcı etkisi, kapitalist sistemin acil önlemler almasına neden olmuştu. Sınıf terbiye edilmeli, denetlenmeli, farklı kontrol mekanizmalarıyla sistemle bütünleştirilmeliydi. Emeğin direnme gücünün kırılması ve sisteme eklemlenmesi hesaplandı. Sınıf hem kitlesel üretimin yaratıcısı hem de kitlesel tüketimin uygulayıcısı oldu. Kapitalizmin bir tarihsel dönemine damgasını vuran sosyal devlet, neoliberal karşı devrim politikalarıyla radikal bir tasfiye sürecine girdi. Dün sosyal devletin temel ayakları olan eğitim, ulaşım, haberleşme, sağlık hızla metalaştı. Kısaca, sosyal devletin sosyal yanı özelleştirildi. Bu, uluslararası sermaye için olağanüstü bir kâr realizasyonu oldu.

 

Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte çok geniş bir coğrafya kapitalist barbarlığın operasyonlarına açıldı. Bu coğrafyalardaki enerji kaynakları, kıymetli madenler, kıymetli topraklar, besin ve su kaynakları talan ve yağma edildi, ediliyor. Yine bu coğrafyalarda yaşayan 1,5 milyar insan hızla ucuz işgücü olarak emperyalist-kapitalist sisteme entegre edildi. Kapitalist sistemin 1990 sonrasında elde ettiği bu olağanüstü “kaynaklar”, açığa çıkması beklenen krizi öteledi. Bu süreç, tarihteki en acımasız imparator ve diktatörlerin, yani Sezar’ın, Atilla’nın, Hitler’in dahi tahayyül bile edemeyeceği en büyük talan ve yağmaydı. “Modern” barbarlıktı.

 

Kısaca 1970’lerin başıyla 2008 yılı arası, krizin uzun durgunluk dönemini simgeledi. Yukarıda saydığımız nedenler, bu sürecin uzamasının temel saikleri oldu. 2008 sonrası süreç ise krizin depresif aşamasını işaretledi. Yaşanan süreç, bütün bu yönleriyle yeni bir tarihsel momentumun işaretidir. Bunun bir diğer anlamı, yeni sermaye birikim rejimine geçiştir. Yeni bir kapitalist formasyonun zeminleri örülmektedir.

 

Bu tarihsel momentumdan, 21. yüzyılın bütün sınıf ilişki ve çatışmalarını okuyabiliriz. Böylesine bir süreç, ideolojik-teorik Rönesans’ı ve politik-pratik bir cüreti içinde taşımaktadır ve paradigmaların kırılması kaçınılmazdır.

 

YENİ BİR TARİHSEL MOMENTUM

 

Yaşadığımız süreç, 1873-1893 sürecine benzer bir süreçtir. Hatta daha yoğun, daha girift ve daha altüst edici içeriktedir. Bir anlamda 21. yüzyılın bütün sınıf ilişki ve çatışmalarının mayalandığı bir dönemdir. Böylesine krizlerde, yukarıda anlattığımız gibi, iki olasılık doğar. Birinci olasılık, devrimin olasılığı ve imkânıdır. İşçi sınıfı örgütlüyse ve siyasal öncüsü örgütlüyse, bu imkân realize olabilir. İkinci olasılık tehlikedir. Yani karşı devrim tehdididir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü, dağınıklığı, güçsüzlüğü ve burjuva hegemonyasının gücü, bu sefer tehlikeyi realize eder.

 

Bu iki olasılığın tehlike boyutunu ya da katastrofu açmamız gerekirse, yaşadığımız sürecin hem ulusal hem de uluslararası boyutta nelere gebe olabileceğini daha iyi kavrayabiliriz. Önce 1929’daki katastrofu açtığımızda, yaşayacaklarımız hakkında önemli veriler yakalayabiliriz. 1929-1933 yılları arasında ekonomik değer kaybı, 1914-1918 savaşındaki değer kaybıyla eşdeğerdi.

 

Yani büyük buhran, bir dünya savaşının yaratacağı yıkıcı etkiyi yaratmıştı. 1934 yılında kapitalist ülkelerde açlıktan ölenlerin sayısı 2 milyon 400 bine ulaştı. Aynı yıl yalnızca Amerika’da “1 milyon araba yükü tahıl, 267 bin araba yükü kahve”, 258 ton şeker, 25 ton pirinç, 25 ton et ve büyük miktarda başka ürünler imha edildi. Yaşanan krizin 1929-1939 krizinden daha sarsıcı olacağı ortadadır.

 

ILO, yılın başında 2010 yılında 51 milyon kişinin işsiz kalacağını açıkladı. İstanbul’da yapılan son IMF-Dünya Bankası toplantısında son derece dehşet verici bir tablo ortaya konuldu. Bu iki emperyal kuruluş, 2010 yılında 59 milyon insanın işsiz kalacağını, krizin yaşandığı her yıl 90 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşayacağını ve bazı 3. dünya ülkelerinde savaşların kaçınılmaz olduğunu ifade etti.

 

ABD’de işsiz sayısı 14 milyona ulaştı. Bu sayının 7,5 milyonu son bir yılda işlerini kaybedenlerden oluştu. AB’de toplam işsiz sayısı 21 milyona yükseldi. İngiltere’deki işsiz sayısı ise 2 milyonu geçti. Japonya, tarihinin en yüksek işsizlik sayısına ulaştı. Asya, Afrika ve Güney Amerika’da açlık isyanları beklenmeye başlandı. Afrika’da, krizin yaşandığı her yıl 700 bin çocuğun daha öleceği tahmin edildi. Afrika’da yaşayan halkların büyük bir kısmının günlük geliri 1,25 dolar iken, krizin bu geliri daha da düşüreceği açıklandı. Bu açıklama aslında açlığın, kıtlığın ve ölümün kıtayı saracağının ifadesiydi.

 

ABD’nin 11 eyaletinde 5 yaşın altındaki çocukların %20’sinden fazlası açlık sınırının altında yaşıyor. 26 eyalette ise her 6 çocuktan biri aç. Birleşmiş Milletler verilerine göre, dünyadaki 1.25 milyar kişi, 1 dolar ve altındaki bir gelirle mutlak yoksulluk içinde yaşıyor. Almanya’da 187 sosyal yardımlaşma evinde 40 bin gönüllüyle her gün 1 milyon insana gıda yardımı ve günlük ihtiyaçlarını karşılayacak eşya dağıtımı yapılıyor.

 

Türkiye ekonomisi 2009 yılının ilk çeyreğinde %13,8 küçüldü. Bu oran, Türkiye tarihinin 1945 yılındaki %15,3 küçülmesinden sonraki en büyük düşüşü gösterdi. TİSK’in açıklamasına göre 37 bin işyeri kapandı ve 680 bin kişi işini kaybetti. Ferdi kredi borcunu ve kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı hızla arttı. 2007’de bu sayı 192 bin iken, 2008 sonunda 602 bine ulaştı. 2009’un ilk 5 ayında sayı düzenli olarak arttı. Bu aylarda ortalama 120-130 bin kişi borcunu ödeyemez duruma geldi.

 

Ayrıca, resmi rakamlarda 3,2 milyon açık işsiz, 3 milyon civarında sayılmayan işsiz olduğu vurgulandı. Son krizle birlikte işten atılanların sayısı 1 milyonu geçti. Bu rakamları toplarsak bugün aşağı yukarı 7,5-8 milyon arasında işsiz bulunuyor. 2010 yılının sonunda bu rakama 1,5-2 milyon işsizin eklenmesi büyük bir olasılıktır. Toparlarsak, karşımızda bir yıl sonra 9 ila 10 milyon arasında işsiz olacak. Bu muazzam kitlenin yönelimi ve arayışları, Türkiye’deki siyasal süreci etkileyecek boyuttadır (benzer şeyi dünya için de söyleyebiliriz). Eğer ki bu 10 milyona yaklaşan, sınıfın organik parçası olan işsiz yığınlar örgütlenmezse, bu aynı zamanda çalışan işçilerin örgütlenme projesinden ayrı bir proje değildir. İşsizlerin üst kimliğiyle hareket etmemesi (yani işçi olma kimliğini kavrayamaması), onları alt kimlikleriyle hareket ettirecektir. Başka bir ifadeyle etnik, mezhebi, dinsel, burjuva siyasal kimliklerini öne çıkaracaktır. Bu da sınıfın son derece hızlı bir şekilde polarize olmasına yol açacaktır. İşte bu noktada, katastrof çıplak bir gerçeğe dönüşebilir.

 

Bu kitlenin profiline baktığımızda çarpıcı veriler yakalayabiliriz. En başta reaksiyonerdir. Hızla ötekileştirir. Umutsuz ve geleceksizdir ve kolayca mobilize olur. Aslında bu ruh hali, Wilhelm Reich’in belirttiği gibi, “faşizmin kitle ruhu”dur. Ve faşizmin en karakteristik özelliği, onun umutsuzlukla beslenmesidir. Franco faşizminin temel sloganının “yaşasın ölüm” olduğunu unutmamamız gerekir. Çünkü bu kitleyi tarihsel bağlamda bir yerlerden hatırlamaktayız. Bu kitle, 1926 Almanya’sında Beyaz Gömlekliler olarak karşımıza çıktı. Daha sonra Kahverengi Gömleklilere dönüştüler. SA-Hücum Muhafızları oldular. Mussolini’yi iktidara taşıyan İtalya’daki Kara Gömlekliler onlardı. İspanya’da Franco faşizmi, çoğu işsiz ve lümpenlerden oluşan falanjlarla uzun yıllar iktidarda kaldı.

 

Kısaca, paralize olmuş işsiz yığınların karşı devrimin militan gücüne dönüşmesi büyük bir olasılıktır. İşsizlerin konsantre bir manipülasyonla, iç politikada paramiliter bir güç olarak devreye sokulması son derece kolaydır. Ülkedeki etnik, dini, milli polarizasyon bu yığınların hızla mobilize edilmesine olanak sağlamaktadır. Özellikle Sabra Tekstil deneyimi, önümüzdeki dönemde sınıf hareketinin gerçekleştireceği reaksiyonlara karşı mafya, patron ve polisin yanında paramiliter oluşumların devreye girebileceğini göstermektedir.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin krizden etkilenme düzeyi, kısa ve orta vadedeki jeo-politik yönelimi ve BOP içindeki yeni konumlanışı, işsiz yığınların mobilizasyonunu da etkileyecektir.

 

ABD emperyalizmi, Obama iktidarından sonra bir vizyon değişikliğine gitti. İmparatorluk projesinin çökmesi, hegemonya krizinin giderek açığa çıkması bu değişikliği zorunlu hâle getirmişti. Bu ve bundan önceki G-20 zirvesi, bir bakıma emperyal özneler arasındaki gerilim, çatışma ve hamleleri dışa vurdu. Ve ABD’nin hegemonya krizine karşı önlem arayışlarının ifadesi oldu. ABD, farklı emperyal öznelerle çeşitli ittifaklar içinde birinci konumunu (olağanüstü askeri gücünün etkisiyle) korumaya çalıştı ve jeo-politik düğüm noktalarında, başta AB ile ortak hamleler yapma projeleri geliştirdi. Bu süreci 4. BOP olarak da tanımlayabiliriz. Bilindiği gibi 1. BOP, ABD’nin imparatorluk atağını yansıttı. ABD, hiçbir “uluslararası hukuku” tanımadan Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etti. NATO’yu ve BM’yi devre dışı bıraktı. Irak’ta Saddam’ın yıkılmasıyla halkın kendisini gerçeklerle karşılayacağını umdu. Ama Irak halkı ABD askerini mermiyle karşıladı. Afganistan’da kolayca bitirileceği sanılan Taliban, stratejik geri çekilme taktiği uyguladı ve Afgan dağlarında “kayboldu”. Günü geldiğinde ise yeniden ortaya çıktı.

 

  1. BOP çok kısa bir zaman sonra iflas etti.
  2. BOP, bir anlamda 1. BOP’un modifiye edilmiş hâliydi. Açık zorla sorunu çözemeyeceğini anlayan ABD, bu sefer açık zorla ideolojik zoru bir arada kullandı. Ortadoğu’da arkaik rejimlerden, demokrasinin inşasından, devlet-toplum-birey ilişkisinin yeniden kurulmasından ve kadının rolünden bahsedilerek açık zor, ideolojik zorla perdelenmeye çalışıldı. Emperyalist kültür, bütün atraksiyonlara rağmen, zaman kadar eski bir uygarlık olan Mezopotamya Uygarlığı karşısında çöktü. Böylece 2. BOP da iflas etti. Ardından ifadesini Condoleezza Rice’da bulan “yaratıcı kaos” dönemi geldi. Bu da 3. BOP dönemiydi. Dönemin karakteristiği bölgenin balkanlaştırılarak mikro devletlere bölünmesi ve makro tahakkümün bu mikro devletler aracılığıyla gerçekleştirilmesiydi. Bu yönde belirli adımlar atılmasına rağmen, Irak direnişinin devam etmesi ve Afganistan’da Taliban atakları yeni bir revizyon ihtiyacını doğurdu. Obama iktidarının geliştirdiği “akıllı güç” politikalarını 4. BOP dönemi diye de tanımlayabiliriz. Aslında her dönem emperyal politikalar iç içe geçen ve daha rafine bir tarzda hayata uygulandı.

“Akıllı güç” ya da 4. BOP’ta, savaş yorgunu hâline gelmiş ABD’nin savaşa karşı ülke içindeki tepkileri de bir taraftan engellemek amacıyla Ortadoğu’dan kademeli çekilişine dayanıyor. Bölgede yeni jeo-politiğe uygun 50 bin kişilik kalıcı güç bırakan ABD, Kızılderili savaşlarında uyguladığı ya da Kızılderililerin bölgelerinin ilhak edilmesinde izlediği taktiği Ortadoğu’da uyguluyor. İleri karakol oluşturup bölgeyi denetim altına alma ve savaştan en az zararla çıkmayı hesaplıyor. Böylesine bir “geri çekiliş” aynı zamanda ABD’ye (askeri müdahaleleri her an devrede tutarak) diplomatik manevra şansı, hatta bazen barış elçisi gibi davranma olanağı kazandırıyor. Ama burada asıl görev bölgede uç beyi olarak işlevlendirilen devletlere bırakılıyor. Bölgenin emperyal stabilizasyonu anlamında bu ülkelerin aktif taşeron ve emperyalizmin lejyonerleri gibi hareket etmesi planlanıyor. Bu ülkelerin başında İsrail, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye Cumhuriyeti ve Kürt Federe Devleti geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Ortadoğu’da agresyon politikaları izliyor. “Neo-Osmanlıcılık”, “mihver ülke”, “dış politikada stratejik derinlik” gibi tanımlamalarla açıklanan bu süreç, özünde emperyalist öznelerin bölge politikalarına bütünüyle tabi olma ve bu politikanın realizasyon aracı hâline gelme durumudur. [13] Bu süreç aynı zamanda bir militarizasyon sürecidir. Aktif taşeronlukla, neo-lejyonerliğin bir arada koordine edilmesidir. İşsiz yığınların bu noktada lejyonerlere dönüştürülmesi son derece kolaydır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin neo-lejyonerliğine uygun bir biçim alıştır. Dışarıda emperyal agresyonun parçasına dönüşen işsiz yığınların, içeride paramiliter bir güç olarak devrede tutulması büyük bir olasılıktır.

Katastrofik durumun bir başka yönünü de şöyle tanımlayabiliriz: Her büyük bunalım dönemi, bir başka düzlemde kârın maksimize edilmesini içeren yeni çalışma rejiminin inşası anlamına gelir. Bugün de hayata geçirilmeye çalışılan yeni çalışma rejimini, Nazi çalışma rejimi olarak da tanımlayabiliriz. 1931 yılında (1929 krizinin etkileri sonucu) 6 milyona yakın işsiz, Nazileri iktidara taşımıştı. [14]

Nazi çalışma rejimi, 7,5 milyon köle işçiye ve sınıfın her düzeydeki hakkının gaspına dayanıyordu.

1933’te 6 milyon işsiz çok kısa bir zamanda silah endüstrisi içinde eritildi. İş yaşamının faşist disiplin altına alınmasıyla, emeğin 100 yıl boyunca elde ettiği kazanımlar gasp edildi. Ekonomik terör, siyasal terörle iç içe geçirildi. [15] Bunun yanı sıra, Nazi muhalifi olan ve esir düşmüş askerlerden oluşan 7,5 milyon köle işçi, Alman tekellerinin kârlarına kâr kattı. Nazi rejimi ölüm kampları ve çalışma kamplarıyla anılır. Özellikle ölüm kampları öne çıkarılsa bile, aslında rejim ve Alman tekelleri, ekonomik olarak çalışma kamplarından son derece yararlandı.

Çalışma kampı bir anlamda ölümü erteleme alanıydı. Ve bu kamptaki işleyiş ise köle işçiliğe (ücretsiz köleliğe) dayanmaktaydı. İşçinin ertesi gün çalışmasını sağlayacak enerjiyi bile fazla gören Naziler, köle işçileri posası çıkana kadar çalıştırmakta ve işçiyi adım adım ölüme götürmekteydi. Çalışma kampında bir işçinin ortalama ömrü 3 aydı. Köle işçiler, Naziler için “verimsiz vatandaş” olarak ele alınıyorlardı. Olağanüstü ağır çalışma ve yaşam koşullarından dolayı artık çalışamayacak duruma gelenler ise, kampın hemen yanındaki imha kampına yollanıyor, ziklon B gazı (haşere ilacıyla) ile öldürülüyorlardı. Yani köle işçiler “verimsiz vatandaşlar”dı ve verimsiz vatandaşlara layık olan ise haşere ilacıydı. Daha sonra cesetler toplanıp krematoryumlarda yakılıyordu. Krematoryumların yapımını, en önemli Alman tekellerinden biri olan Krupp Şirketi üstlenmişti.

Yeni dönemde post-Fordizmin derinleştirilmesi diye de tanımlayabileceğimiz Nazi çalışma rejimi ya da başka bir ifadeyle Çin çalışma rejimi veya Vietnam çalışma rejimi, köle işçiliğe dayanmaktadır. Bu çalışma rejimleriyle sınıfın her türlü hakkı ve tarihsel kazanımları gasp edilmekte, köle işçilik ve beleş ücret sistemi dayatılmaktadır. Bu aslında bir başka tanımla dünyanın “Vietnamlaştırılması”dır. 1960’larda ABD’nin emperyal konsepti “Vietnamlaştırma” idi. Şimdi kapitalizmin yeni çalışma rejimi Vietnam çalışma rejimidir, yani yeni işçi cehennemleridir. Homo sapiens’in bir nevi robota dönüştürülmesidir. Makinenin dişlisi olan, onun aklına göre hareket eden insan, artık kendisi bir makinedir.

Türkiye’de ihbar ve kıdem tazminatlarının kaldırılması tartışmaları, fiilen asgari ücret düzeninin dağıtılması, sosyal hakların gaspı, güvencesiz ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, uluslararası düzeyde sistematik hak gaspları, atipik çalışma düzeni, esnek istihdam modelleri, Çin-Vietnam çalışma rejiminin hayata geçirilmesi olarak okunabilir.

Bu süreç, sınıfın ehlileştirilmesi, terbiye edilmesi, devrimci kimyasının bozulmasıdır. Aynı şekilde tüketim terörünün parçası hâline dönüştürülmesidir. Bu noktada siyasal İslam ideolojik bir çimento işlevi görmektedir. Böylece kitleler nezdinde fatalizmin kök salmasının önü açılmakta ve hayırsever kapitalizmin inşası kolaylaşmaktadır.

Yaşanan dönem, bir dizi katastrofik olasılığı içinde taşımasına rağmen, umudun da en güçlü olduğu bir dönemi simgelemektedir. Bunu da iki temel noktada tanımlayabiliriz. Birincisi, artık devletin niteliği hem metropolde hem de periferide açık ve alenidir. Devlet, krizin yıkıcı etkilerini göstermesiyle birlikte hızla devreye girmiş, finans kapitalin ihtiyaçlarına uygun hareket etmiştir. Küresel düzeyde krizin etkisiyle işsizliğin, açlığın, yoksulluğun yaygınlaşmasına rağmen, devlet ontolojik özelliğine uygun olarak sermayenin hizmetinde görev almıştır. Sermayenin bir dostu ve uşağı olarak hareket etmiştir. Trilyonlarca dolar, finans kapitale aktarılmış, birçok şirketin iflası engellenmiş, iflas edenler ise korunmaya alınmıştır. Artık devletin niteliği ortadadır.

 

Yeter ki bu nitelik gerekli ajitasyon ve propagandayla açığa çıkarılabilsin. Bunu da ancak siyasal özneler ve örgütlü işçi sınıfı yapabilir. Ne yazık ki kriz açığa çıktığından beri devletin niteliğine yönelik bu türden çalışmalar hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yeterince yerine getirilmemiştir. Marx’ın Doğu Sorunu, Gramsci’nin Doğu ve Batı toplumlarındaki devletin yapısı ve devrim stratejisinin özü, devletin niteliğinin açığa çıkarılmasıdır. Kitleler nezdinde devletin niteliğinin açığa çıkarılması, anti-kapitalist mücadele açısından ve politik iktidar mücadelesi açısından oldukça fazla olanaklar sunabilirdi. İkincisi, son 25 yıldan beri neo-liberal çerçeve devrimin yarattığı ideolojik hegemonya kırılmıştır. Kendini en somut kolektif akıl tutulmasıyla gösteren bu süreç sınıflar mücadelesinin yıkıcılığı içinde parçalanmıştır. Tarih geri dönmüştür. İşçi sınıfı tarihin öznesi olarak sahnededir. Kapitalizmin yüceltilmesi ve “gerçeğin” dondurulması, felsefi düzlemde endizmin -sonculuğun- [16] yaygınlaştırılması (tarihin, ideolojilerin sonu, öznenin kaybolması ya da çoklu-özne vb. tartışmalar) artık işlememektedir. Kapitalizmin bütün pisliği, asalaklığı, aşağılık yapısı ve simsarlığı ortadadır. Tarihin öznesi Bangladeş’ten Güney Kore’ye, İngiltere’den Fransa’ya, Amerika’dan Mısır’a, Türkiye’den İtalya’ya kadar kendini en çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Kolektif Prometheus grevlerle, direnişlerle, fabrika işgalleriyle, blokaj ve sabotajlarla yıkıcı gücünü yeniden göstermektedir. Son kırk yılın yarattığı ideolojik abluka dağılmış ve parçalanmıştır. İşçi sınıfı yol göstermektedir. Yaşanan tarihi momentin yakalanması ve müdahale edilmesi, sınıfın açtığı yolda yürünmesine bağlıdır. Artık işçi sınıfının en küçük eylemi bile muazzam olanakları içinde taşımaktadır. Yaşanan yüksek konjonktürün etkisiyle bir manifesto mahiyetindedir. Sınıf mücadelesi kendi sosyolojisinde büyük birikimler yaratmaktadır. Krizin başlamasıyla birlikte Türkiye’de Sinter, Gürsas, Tezcan, Brisa fabrika işgal eylemlerinin gerçekleşmesi, farklı direniş biçimlerinin yaygınlaşması ve bu süreçte Desa Direnişinden Emine Aslan, Meha Direnişinden Saliha Gümüş, Entes Direnişinden Gülistan Kopatan’ın model kimlik olarak öne çıkması tesadüfi değildir. Sınıflar mücadelesi kendi iş zenginliğini dışa vurmaktadır. Her direniş, her eylem bir manifesto mahiyetindedir; öne çıkan her kimlik, her kolektif adım yeni yeni manifestolar yazmaktadır. Bu süreç bir başka bağlamda biriktirme sürecidir. Sınıfsal öfkenin ve kinin birikmesi infilak etmeye hazır bir atmosfer yaratmaktadır. Neo-liberal politikaların yıkıcı etkileri ve krizin yarattığı büyük altüst oluşlar yalnızca Türkiye’de değil, bütün coğrafyalarda bir nevi sosyal patlama dinamikleri yaratmıştır. Her alanda ve özellikle emekle sermaye gelişiminin en yoğun ve en sert yaşandığı fabrikalarda, işçi havzalarında, işçi kentlerinde bir nevi sosyal dinamitler bulunmaktadır. Zincirleme reaksiyonların ve patlamaların ortaya çıkması istenmiyor. Açlık, işsizlik, geleceksizlik sınıfsal öfkeyi ve kini biriktirmektedir. Bu bağlamda aristokrat niteliğinde olan, Engels’in deyimiyle ayrılmış bir konumda olan İngiliz işçi sınıfının bürokratik ve işbirlikçi sendikal bloğunu kırıp, kriz sonrasında bağımsız inisiyatif geliştirmesi, “illegal grevler” ya da “korsan grevler” diye tanımlanan eylemler gerçekleştirilmesi tesadüfi değildir. Hatta İngiliz faşistlerinin göçmen işçilere yönelik provokasyon girişimleri işçiler tarafından boşa çıkarılmış, faşistler işçiler tarafından cezalandırılmıştır. Bunun yanı sıra Fransa’da işçi sınıfının işten atılmalara ve iş yeri kapatmalarına karşı, Amerikan Caterpillar, Scapa, Faurecia (Peugeot), FM Logistic, Valeo, France Telecom, Continental, 3M Santé ve Molex yöneticilerini, Sony ve Fnac, Conforama CEO’larını rehin aldı. 1968’den beri görülmeyen bu tarz bir eylem, sınıf mücadelesinde yeni bir dönemi işaretliyordu. İşin ilginci, Fransız halkı hukuken “suç” olan bu eylemlere karşı büyük sempati gösterdi. Ayrıca Poitiers’in Châtellerault ilgesindeki araba parçaları üreten New Fabris Fabrikası’nın iflas ettiğini açıklaması ve işçilerin işten çıkarılmasına karşı büyük bir reaksiyonla karşılandı. İşçilerin işten çıkarma ödeneklerinin ödenmesi için fabrikayı işgal etti, makinelere ve stoklara el koydu. Fabrikanın değişik yerlerine yangın bombaları yerleştirerek, ücretlerin ödenmemesi halinde fabrikayı havaya uçuracaklarını açıkladılar. Ayrıca Güney Kore Ssangyong Motors’da 800 işçi fabrikayı işgal etti. Günlerce polisin gazlı, plastik mermili saldırılarına karşı sapanlarla, Molotof kokteylleriyle direndi. Direniş 77 gün sürdü. Fabrika işgal eylemi, polis helikopterleriyle atılan sıvı gazlar ve kimyasal gazlarla kırılmaya karşıydı. Sonunda fabrikaya polisin büyük bir güçle saldırmasıyla işgal kırıldı. Polis çatısındaki işçilerin ikisini aşağı atarak sakatladı, yüzlerce işçiyi tutukladı ve işgal süresinde 5 işçi hayatını kaybetti. Metropolden periferiye sınıf hareketinin benzer refleksler ve eylem tarzları gerçekleştirmesi uluslararası düzeydeki sınıfsal gerilimin göstergesidir. İngiltere’den’ya, Fransa’dan Güney Kore’ye, Mısır’a, Bangladeş ve Türkiye’ye uzanan dalga, kendini en somut biçimde işgal, direniş, grev, sabotaj ve rehin alma eylemleriyle dışa vurmaktadır. Sinter, Brisa, Gürsas, Tezcan fabrika işgal eylemleriyle Sony, Caterpillar rehin alma eylemleri, korsan grevler ve illegal grevler ve Ssangyong Fabrikası işgali arasında diyalektik bir bağ vardır. Bu işçi sınıfının, özellikle kriz sonrası yarattığı olağanüstü potansiyeller taşıyan ruh hâlinin göstergeleridir. Ve aynı zamanda sınıf hareketinin yeni arayışlarını dışa vurmaktadır. Bu eylemleri bir başka bağlamda yeni enternasyonal bir dalganın mayalanmaları olarak düşünmek yanlış değildir. Uluslararası sınıf hareketi kapitalist krizin yarattığı sınıfsal kutuplaşmalara bağlı olarak yeni yol, yöntem ve örgütlenme arayışları oluşturmaktadır. Bu noktada bürokratik ve korporatist mahiyetteki sendikal örgütlenmelerin hiçbir geçerliliği ve işlevi kalmamıştır. İşçi sınıfı 21. yüzyılın sınıflar mücadelesinin zenginliği içerisinde yeni işçi örgütlenmelerini yaratması büyük bir olasılıktır. Nasıl ki kapitalizmin ortaya çıktığı ilk dönemde zorla işçileştirmeye ve zorla yoğun ve ağır çalıştırılmaya karşı işçi sınıfı en sert yanıtını 1600’lerden başlayarak, Ludizm (makine kırıcılığı), direnişler, sabotajlar, grevleri genel grevlerle verdiyse, bugün de kapitalist krizin yarattığı muazzam sınıf gerilimi benzer eylemler üretmektedir.

 

Süreci uluslararası sınıf hareketinin yeni tarihsel momenti olarak okumak yanlış olmayacaktır.

 

Marx ve Engels ne zaman bir ticari krizin yaklaştığını görseler, bu süreci nihai bir çatışma olarak ele aldılar. 1847 ticari krizinden sonra Komünist Manifesto’nun kaleme alınması tesadüfi değildir. Marx’ın üzerinde 25 yıl çalıştığı Kapital için “burjuvaziye teorik açıdan, bir daha kendini toparlayamayacağı bir darbe indirmeyi” amaçladığını söylemesi anlamlıdır. Hatta Kapital’i yeni bir krize yetiştirmek için uğraşması, sınıfı muazzam ideolojik ve teorik bir silahla donatma gayreti önemlidir.

 

Büyük buhran niteliğinde yaşadığımız kapitalist kriz, ideolojik-teorik bir Rönesans ve politik-pratik bir cüreti bizlerin önüne koymaktadır. Böylesi krizler kapitalist üretim tarzının tartışıldığı, hatta kapitalizmin yıkılma olasılığının doğduğu zeminleri yaratmaktadır. Bu tarihsel süreçteki bütün görev, sınıftan yana siyasal öznelerin, kolektivitelerin, bireylerindir. Sınıfı örgütlemek, sınıfın kapitalizme karşı öfke ve kinini açığa çıkarmak, onu tetiklemek, sınıfın kapitalizmden nefret etmesini sağlamak bizlerin görevidir. Kapitalizmin karşısına işçi sınıfını bir özne olarak çıkarmak, onu kolektif Prometheus’a dönüştürmek bizim görevimizdir. Ve bu görev, devrimci enternasyonalist bir görevdir.

 

Dipnotlar:

 

* Karl Marx, Grundrisse; Birikim Yay., 1979, s. 279-464.

 

** Emperyalist yayılmacılıkla sömürgeci yayılmacılık arasında önemli farklar bulunmaktadır. Her şeyden önce emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır ve mali sermaye egemenliğine dayanan bir dünya sistemidir. Tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılıktır. Kapitalizmin bu aşaması 19. yüzyıldan beri görülmekte olan kriz periyotlarında “farklılaşmalar” yaratmıştır.

 

*** Bu durum ABD’ye sınırsız bir senyoraj hakkı tanıdı.

 

[1] Şöyle bir vurgunun yapılması da yararlı olacaktır. Marx Kapital’de en gelişmiş kapitalist ülke olarak İngiltere’yi model aldı. İngiltere ekonomisi, üzerinde güneş batmayan imparatorluk vasfıyla bir anlamda dünya çapında kapitalist ilişkileri simgeledi. Marx, Londra’dan bakarak yaptığı projeksiyonla uluslararası kapitalist sistemi analiz etti.

 

[2] Marx şöyle der: “Böylece mülklerinden zorla sökülüp çıkarılan ve serseriliğe mahkum edilen, kirli nüfusu korkunç bir terör aracı olarak yararlanılan kanunlar altında kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak ve her türlü işkence altında inletilmek suretiyle çetin iş sisteminin zorunlu kıldığı disipline alıştırıldılar. Bir yandan, bir yanda işin maddi şartlarının sermaye olarak belirlenmesi, öte yandan, diğer yanda işgüçlerinden gayrı satacak hiçbir şeyi olmayan insanların ortaya çıkması yetmiyordu. Bunların kendilerini gönüllü olarak satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist düzenin gelişmesiyle birlikte, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim biçiminin zorunluluklarını apaçık doğa kanunlarıymış gibi gören bir işçi sınıfı meydana gelir.”

 

[3] Kapitalizmin bu temel gelişmesi, krizin potansiyellerini açığa çıkartır. Değişim değeri zamanla özerklik kazanır. Bu süreç bir yanıyle de spekülatif sermayenin muazzam gelişmesini işaretler. Spekülatif sermaye üretim kapasitesine ve bağlantılı olarak canlı emeğe geçici bir zaman ihtiyaç duyar ya da onları kullanıp atar. Yoluna bir kasırga şiddetiyle durmadan devam eder. Bu değişim değerinin mantığıdır. İnsanların gerçek ihtiyaçlarından bağımsız bir süreçtir. Tam anlamıyla bir illüzyon gücüdür, yıkıcı bir illüzyon. Kriz kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki açıklıktan ortaya çıkar. İşte bu aralık Marx’ın kriz tanımlamasını yaptığı alandır.

 

[4] “Büyük sanayi geliştikçe […] emek üretim sürecinin içsel bir ögesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar. […] İşçi üretim sürecinin bağımsız faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bakıcı hâline gelir. […] İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hâle getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir.” (Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s.650-652.) Marx Grundrisse’deki bu sözleriyle canlı emeğin üretimin içsel ögesi olmaktan çıktığını ve yerini makineye bıraktığını belirtir. Bu adım her ne kadar iş gününün kısaltılması yönünde bir baskı yaratsa da, sermaye süreci ters yönde işler. İnsan emeğine gereksinim azaldıkça işsizlik büyür. Çünkü sermaye makineleri içinin daha az gelişmesi için değil, işçinin daha çok, daha yoğun çalışması ve kendine daha fazla tabi olması için kullanılır. Bu nedenle kapitalizmin gireceği her formasyona ya da teknolojik yenilenme ve mekanizasyona rağmen kapitalizmin canlı emeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç ontolojik bir ihtiyaçtır. Çünkü canlı emek artı-değer üretiminin tek kaynağıdır ve canlı emeğin tümüyle üretim sürecinin dışına çıkması demek, artı-değer üretiminin, kâr için üretimin ve bunun dolayımının ortadan kalkması demektir. Bu durum, daha özlü bir ifadeyle, kapitalizmi kapitalizm yapan ögelerin yok olması anlamına gelir.

 

[5] Marx, sermayenin organik birliğini, sabit sermayenin, değişir sermayeye oranı olarak tanımlar. Sermaye birikimi sürecinde artan mekanizasyon, sermayenin organik birliğinin yükselmesine yol açar. Toplam sermaye içinde sabit sermaye oranı, bir başka ifadeyle canlı emeğin cansız emeğe oranı, sürekli olarak artma yönündedir. Bunun sonucu olarak ortalama kâr oranı düşme “eğilimi” içine girer. Kâr oranı sermayenin organik birliğiyle ters orantılıdır. Sermayenin organik birliğinin artması kâr oranında düşmeye neden olur. Artı-değerin toplam sermayeye oranı olarak tanımlanan kâr oranı, emek daha az üretken olduğu için değil, tam tersine daha çok üretken hâle geldiği için ya da işçi daha az sömürüldüğü için değil, emek kullanımının oranının cansız emeğe yapılan yatırımdan daha az olduğu için düşmektedir. Yani iş sürecinin makinelşmesi ve teknolojik gelişme emek üretkenliğini artırarak, artı-değer kitlesini yükseltirken, aynı süreç sabit sermayenin değişir sermayeye oranını yükseltir. Bu, aynı zamanda kâr oranlarındaki düşme eğiliminin de nedenidir. Marx bunu kapitalist üretim tarzının bir “yasası” olarak niteler.

 

[6] Sanayi sermayesinin 1974-75 sonrasında ikincil sermaye tipine dönüşmesiyle, spekülatif sermaye birincil sermaye tipi hâline geldi. Bu süreç önemli gelişmelere yol açtı. Bu konu bağlı bağlına özel olarak incelenecek bir içeriktedir. Finans kapitalin bu yeni evresi birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Fakat son zamanlarda spekülatif sermayenin bağımsızlaştığına dair farklı mistifikasyonlar yapılmaktadır. Yeni sermaye birikim rejiminin temel varyasyonu olan spekülatif sermayenin ya da finansmanın “bağımsız varoluş kazanması” bir taraftan bu sermayenin üretim alanı tarafından belirlenmesi anlamına gelir. Evet, finansman reel üretim süreçlerinden uzaklaşmış ya da tam tersi, bütün reel üretim süreçleriyle dolayımı da olsa, iş içine geçmiştir. Aslında söz konusu olan, Marx’ın Kapital II’de artı-değer teorilerinde belirttiği gibi, yaşanan “reel üretim süreçlerinden bir kopukluk değil, çelişkili birliktir.”

 

[7] Karl Marx, Kapital III, Sol Yay., 1990, s.434.

 

[8] İşçi sınıfının 1811-1812’deki muhteşem Ludist ayaklanmaları, 1838’de başlayan, üç dalga hâlinde gelen faşist hareket, 1831 ve 1834 Lyon ayaklanmaları ve komünleri, 1844 Silezyalı dokumacıların başkaldırısı Manifesto’nun ruhunu belirledi. Ayrıca dönemin entelektüel birikimleri maya işlevi gördü, sözlerin güce dönüşmesini sağladı. Böylece Komünist Manifesto işçi sınıfının teorik ve pratik silahı hâline geldi. Manifesto sınıflar mücadelesinin yenilgileri ve zaferleri üzerinden biçimlendi.

 

[9] Taylorizm ağırlıklı olarak alet kullanılan bir sistemdir. Ürün, işbölümü ilkesine göre eşit elden geçse de, üretim hâlâ insanın becerisine bağımlı ve işçinin kişisel iradesinden ve tepkisinden etkilenebilmektedir. Taylorizmi “en iyi işi en düşük maliyetle yapabilme” koşullarını yaratma olarak da tanımlayabiliriz. Taylorizm, bir başka ifadeyle, işçinin son derece rafine bir şekilde sermayeye dönüştürme faaliyetidir.

 

[10] Savaş sermaye birikiminin tıkandığı dönemlerde aşırı birikimi düzenlemenin en garantili yöntemidir. Sermaye dün bu yöntemi I. ve II. Paylaşım Savaşlarında en acımasız bir şekilde kullandı. Bugün de aynı yöntemi yeni paylaşım savaşları olarak değerlendirebileceğimiz ya da “düzeltici savaşlar” olarak görebileceğimiz bölgesel savaşlarda da kullanmaktadır ve kullanacaktır.

 

[11] Konu hakkında ve neo-liberal politikaların P. Joseph Goebbels’leri olan Fukuyama, S. Huntington ve diğerleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Volkan Yararış, “Finansal Tsunami, Öncü Sarsıntıdan Büyük Çöküşe mi? Kapitalizmin Krizi ve İşçi Sınıfı” adlı makale.

 

[12] Keynesyen politikalar ve sosyal devlet hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Volkan Yararış, “Sosyal Devletin Gelişimi ve Dönüşümü” adlı makale.

 

[13] Neo-Osmanlıcılık ve Türkiye Cumhuriyeti’nin alt emperyalist ülke olma hayalleri üzerine daha geniş bilgi için bakınız: Volkan Yararış, “Sol Liberalizm: İllüzyon Tüccarları ve Kolera Günleri” adlı makale.

 

[14] Naziler 1923 Eylül ayında yaptıkları 100 bin kişilik gösteriyle birlikte hızla gelişmeye başladılar. Alman devriminin yenilgisi, Alman sermayesinin rahat nefes almasında önemli rol oynamıştı. Amerikan ekonomik yardımıyla birlikte 1924’ten sonra Alman ekonomisi hızla toparlanmaya başladı. 1924-1929 arası ekonomik olarak en dengeli dönem oldu. 1929 Dünya Buhranı Almanya’yı da sarstı. İşsizlik hızla yükseldi. 1930 yılında işsiz sayısı 3 milyonu, 1931 yılında ise 5 milyonu geçti. Birçok işletme iflas etti. Ekonomi hızla köşeye sıkıştı. Ekonomik ve politik kriz yaşanmaya başladı. 1930’da yapılan seçimlerde Naziler son derece önemli bir atak yaptılar. Seçimlerde Komünist Parti oylarını %10,6’dan %13,1’e çıkardı. Naziler ise (NSDAP) oylarını %700 artırarak %2,6’dan %18,5’e yükseltti. Daha önceki seçimlerde 9. parti konumunda olan Naziler, bu seçimde 2. parti konumuna geldi. 6,5 milyon oy alan Naziler 107 milletvekili çıkardı. 1928’de yapılan seçimlerde 12 milletvekili çıkarmışlardı. 1932’de yapılan başkanlık seçimlerinde Naziler oylarını önce %30,1, daha sonra %36,8’e yükseltti. Artık NSDAP ülkenin birinci partisiydi. 30 Ocak 1933’te Hitler başbakan seçildi. İktidara geldiği andan itibaren işçi sınıfının her düzeydeki örgütlülüğünü dağıtan Naziler, sermayeye ücretleri dondurarak müthiş kâr sağladı. Saat ücretleri 1929 öncesine geri alındı, geriletildi ve sabitlendi.

 

[15] Jürgen Kuczynski, Nazi Yönetimi Altında İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları, Bilim Yay., 1979, s. 122-126.

 

[16] Neo-liberal karşı devrimin ideolojik boyutları için bakınız: Volkan Yararış, “Finansal Tsunami, Öncü Sarsıntıdan Büyük Çöküşe mi? Kapitalizmin Krizi ve İşçi Sınıfı” adlı makale.

Yazar

Scroll to Top