Toplumlar ve Gelişimi-1

Toplumlar ve Gelişimi

İlkel (Ortaklaşa) Toplum

İlk insana ait tarihsel kalıntılar ve bulgular, yaklaşık 2 ila 3 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Doğa karşısında son derece güçsüz olan bu ilk insanların en temel problemleri yaşamlarını sürdürmekti. Bundan dolayı barınmak, beslenmek ve korunmak için çeşitli yollar aradılar.

Yemek için ilk olarak doğada ne varsa onları toplamaya başladılar. Soğuklara, zor koşullara direnmek için ağaç kovuklarına, mağaralara sığındılar, vahşi hayvanların derilerinden kendilerine giysi yaptılar. Korunmak için ellerine ne geçerse onunla korunmaya çalıştılar.

Yaşamak, hayatta kalmak için mücadele eden bu insanlar zamanla taş, sopa, kemik gibi şeyleri kullanmaya başladılar. İlk insanlar, bu aletlerle kendilerini vahşi hayvanlardan korumaya çalışıyor, avlayabildiklerini avlıyor, bazı bitkilerin kabuklarını kırıyor, kök ve otları topluyor ve ancak karınlarını doyurabiliyorlardı.

İlk insanların günlük yaşamlarındaki her başarısızlık, her adım, avı yakalamadaki başarısızlık ya da meyve toplarken karşılaştıkları güçlük, kullandıkları aletler üzerine düşünmeye itti.

Tahta sopayı birbirine bağladıklarında daha iyi sonuç aldıklarını gördüler. Bir ağaç dalının ucuna sivri bir taş bağladıklarında, bununla avlarını uzaktan vurabileceklerini anladılar. Kısa, kullanışlı bir dala sıkıca bağlanmış taşla balta, uzun ama hafif bir dala sıkıca bağlanmış taşla mızrak yaptılar. Bu aletlerle hem daha iyi korunmaya hem de daha gelişmiş avcılık yapmaya başladılar. Böylesi adımlar, insanların doğada buldukları yiyecekleri toplamaktan, ilkel avcılığa geçişlerini gösterdi.

Karşılıklı Yardımlaşma ve Dayanışma

Zamanla taş balta ya da mızrak gibi aletleri kullanmanın sağladığı deney, bilgi ve beceriye sahip oldular. Anlaşılacağı gibi ilkel toplumun temel itici gücü esas olarak insanın kol gücüydü.

İlk insanlar, doğanın karşısında güçsüz ve zayıftı. Tek başına doğa güçleriyle ya da vahşi, yırtıcı hayvanlarla baş etmeleri mümkün değildi. Bundan dolayı ortak davranmak ve ortak hareket etmek zorundaydılar. Aletleri ortak yapıyor, ava birlikte gidiyor, yiyecekleri birlikte topluyorlardı. Yakaladıklarını ya da bulup topladıklarını eşit olarak paylaşıyorlardı.

Yaşamlarındaki bu ortaklaşa faaliyet, doğal olarak insanlar arasında yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma ilişkilerinin kurulmasını ve gelişmesini beraberinde getiriyordu. Karşılıklı yardımlaşma ve ortaklaşma, ilişkilerinin özünü oluşturuyordu. Ortaklaşa çalışma ve yaşam sürdürme, üretim araçları üzerinde ortak mülkiyeti zorunlu kılıyordu. Hiç kimse tek başına bir taş baltaya, mızraka sahip olamıyordu, diğerlerini bunlardan mahrum bırakmıyordu. Her şeyi ortaklaşa yapıyor, ortaklaşa tüketiyorlardı. Çünkü yaşamak temel içgüdüydü. İlk insanlar sabahtan akşama kadar uğraşarak, karınlarını ancak doyurabiliyorlardı.

Bu durumda birilerinin çalışıp diğerlerinin oturması mümkün değildi. Ancak herkes çalıştığında hayatta kalacak kadar yiyecek bulmak olanaklıydı ve herkes birbirine muhtaçtı. Basit, çok fazla kullanışlı olmayan aletlerle, bu kadar yapılabiliyordu. Ölmeyecek kadar beslenilebiliyordu. Kimsenin elinde bir ürün fazlalığının birikmesi mümkün değildi.

İş aletlerinin basitliği, çeşitli ve farklı işlerin her insan tarafından yapılması, özel mülk edinmenin önünü doğal olarak kesiyordu. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet olmayınca, insanın insan tarafından sömürülmesi de gerçekleşmiyordu. Bu durum, bir grup insanın diğer insanlar üzerinde baskı kurmasını ya da şiddete başvurmasını engelliyordu. Doğal olarak bir baskı ya da iktidar aracı da yoktu.

Ürünler, doğrudan tüketim için üretiliyor, her topluluk kendi ürettiğiyle ve topladıklarıyla yaşıyordu. Doğayla baş etmek ya da vahşi hayvanlara karşı koymak ancak topluca hareket etmeyle başarılabiliyordu. Bir kişinin tek başına hayatta kalması olanaklı değildi. Her şeyden önce bir topluluğun üyesi olması zorunluydu.

Ateşi Bulmak

Üretim, toplayıcılık ya da avcılık tek tek insanların ihtiyaçlarına göre değil, topluluğun varlığını sürdürmesi için yapılıyordu. Esas olan topluluğun güvencesiydi.

Binlerce yıl süren ilk insanın bu yaşama savaşı, doğayla olan ilişkisi birçok deney biriktirmesine yol açtı. İnsanlar nesilden nesile iş alışkanlıklarını, bilgi ve becerilerini aktardı.

Özellikle (bir zorunluluğun ifadesi olan) rastlantı sonucu, iki çakmak taşı parçasını birbiriyle vurarak bulduğu ateş, insanın doğayla ilişkisinde yeni bir aşama oldu. Ateş, insanları soğuktan koruması, vahşi hayvanların saldırılarına karşı daha iyi önlem almasını, yiyeceklerin pişirilerek yenmesini hatta korunmasını, yeni çeşitli besinlerin elde edilmesini sağladı. Bunun yanında ateş, toplumsal yaşamın değişiminin de habercisi oldu. İnsanlar ateş aracılığıyla, daha mükemmel iş aletleri yapmaya başladılar. Kaba, kullanışsız taş aletlerinin yerini yontulmuş, kesilmiş taş aletleri aldı. Ağaçlardan yeni aletler geliştirildi. Duruma ve ihtiyaca göre belirli işler için özel aletler yapıldı. Yeni aletler içinde en önemlileri ok ve yay oldu. Ayrıca çeşitli hayvan tuzakları, balık avı için kanca, ilkel zıpkınlar, barınmak ve besinleri saklamak için toprak kulübeler yapıldı. Ok ve yayının bulunması önemli bir merhaleydi. Avcılığın gelişmesi, insanların daha iyi beslenmesine yol açtı. Vahşi hayvanlardan daha iyi korunuldu.

İlk Toplumsal İş Bölümü

İş aletlerinin geliştirilip gelişmesi, yeni özel aletlerin yapılmaya başlanması ve avcılığın gelişmesi topluluğun içinde bir iş bölümüne yol açtı. İş bölümü cinsiyet ve yaşa dayalı bir biçimde kadınlar ve erkekler arasında, yaşlılar ve gençler arasında biçimlendi. Avcılık, dayanıklılık ve güç gerektirdiğinden dolayı bu alanda erkekler uzmanlaştı. Kadınlar ise ot, meyve ve bazı bitkilerin köklerini toplama, ateşi harlı tutma, çocuklara bakma gibi işleri üstlendi.

Bu süreç bir iş bölümü olarak işledi. Bazı düşünürler bu ilk iş bölümünü (kadın ve erkek arasında) ilk sınıf çatışması olarak gördü. Bu süreçte üretimin verimliliğini artırdı. Yiyecek bulma sorunu büyük ölçüde çözüldü.

Avcılıkta yaşanan uzmanlaşma, zamanla bazı hayvanların canlı olarak yakalanmasını beraberinde getirdi. Bu hayvanlar evcilleştirilerek, ehlileştirildi. Hayvanların evcilleştirilmesi ilk insanların temel sorunlarını büyük ölçüde çözdü. Eti ve sütünün yanında, derisi, postu, tüy ve kılardan yararlanıldı. Hayvancılık gelişmeye başladı. Giderek bağımsız bir iş oldu. Hayvanların evcilleştirilmesinin en önemli yararlarından biri, insan kol gücünün yanına hayvan gücünün eklenmesi oldu. Ateş gibi, hayvan gücü de doğada “saklı” bir haldeyken, insanın bilinçli ve amaçlı çabası sonucu insanların yararına kullanılmaya başlandı.

Ateşin bulunması ve ateşe hükmetmek ilk insanların önemli atılımlar yapmasına yol açtı. Ateşin yandığı yerlerde madenlerin eridiğini gören insanlar bazı madenleri bulup, kullanmaya başladı. Özellikle bakır ve kalayın bulunması, daha sonra bu iki madenden bronzun elde edilmesi önemli bir aşama oldu. Bronz birçok yeni ve yetkin aletin yapılmasına yaradı. Taş ve tahta aletlerin yerini madenden aletler aldı. Bu üretim güçlerinin gelişmesi demekti. Emek üretkenliği artıyor, yapılan işler farklı üretim alanlarına yayılmaya başlıyordu.

İnsanın kol gücüne, hayvan gücünün eklenmesiyle, daha dayanıklı ve işlevli madeni aletlerle toprağın işlenmesi kolaylaştı.

TARIM VE HAYVANCILIK

Topraktaki verimlilik arttı. Toprağın işlenmesi ve verimlilik artışı bazı kabilelerin yalnızca tarımla uğraşmalarına yol açtı. Bu alan bir üretim alanını dönüştürdü. Bazı kabileler ise hayvancılığı bir üretim alanı olarak değerlendirdi.

Zamanla tarım ve hayvancılık başlı başına iki ayrı üretim haline geldi. Tarım ve hayvancılıkta kullanılan aletler, üretim alanlarındaki bilgi, deneyim ve tecrübeler farklılaştı. İnsanlar tarım ve hayvancılıkla uğraşan gruplara ayrıldı. Hayvancılıkla uğraşanlar çoban kabileleri, tarımla uğraşanlar ise çiftçi kabilelerini meydana getirdi. Bu durum ilk büyük toplumsal iş bölümünü gösteriyordu.

Tarım ve hayvancılığın iki ayrı üretim alanına dönüşmesi ya da iş bölümü, farklı aletler ve araçların toplumun malı olmasını engelliyordu. Çünkü tarımla ilgili alet ve araçlar tarımla uğraşanlarda bulunurken, hayvancılıkla ilgili aletler de hayvancılıkla uğraşanlarda bulunması gerekiyordu. Böylesi bir durum toplumsal mülkiyetle bağdaşmıyordu. Üretim aletlerinin ve toprağın önce insan grupları sonra aileler arasında dağıtılmasını zorunlu kıldı. Böylece başta toprak olmak üzere, üretim aletleri ve araçları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıktı.

Artık elde edilen hayvansal ve tarımsal ürünler, yalnızca onu üreten ailelerin ya da kişinin malı oldu. Böylece toplumda eşitsiz ürün dağılımı başladı. İş bölümü, üretimin büyük ölçüde hızlanmasına ve giderek artmasına yol açtı. Kabileler ihtiyaçlarından ya da tükettiklerinden daha fazlasını üretmeye başladılar. Bir süre sonra artı-ürünler (ihtiyaç fazlası ürünler) kabileler arasında takas edilmeye başlandı.

Tarım ve hayvancılık alanında üretimin gelişmesi, insanların günün büyük bir bölümünü karınlarını doyurmak için çalışmak zorunluluğunu ortadan kaldırdı. İnsanlar diğer ihtiyaçlarını karşılamak için yeni üretim alanlarında çalışmaya başladılar. Özellikle tarımsal üretimin sağladığı, bir düzeyde bol ve düzenli yiyecek bulma olanağı, bir grup insanın yiyecek maddeleri sağlama dışında da çalışmasına olanak tanıdı.

ZANAATKARLIK

Bu arada demirin bulunması ve işlenmesi, aletlerin yetkinleşmesine ve silahların yapılmasına olanak sağladı. Emek ve yetenek gerektiren bu işler hayvancılık ve tarım faaliyetlerinden farklılaştı. Topluluğun bazı üyeleri demircilik, terzilik, dokumacılık gibi el zanaatçılığına dayanan üretim dalında uzmanlaşmaya başladılar. Zanaatkarların emekleri, çoban ve çiftçilerin emeklerinden ayrıldı. Zanaatkarlar bağımsız bir üretim dalı durumuna geldi. Bu iş alanının farklılaşmasıyla ikinci büyük toplumsal iş bölümü doğdu.

İş bölümünün gelişmesiyle, üretim birbirinden bağımsız üç farklı alanda; tarım, hayvancılık, zanaatkarlık alanında gerçekleşmeye başladı. Üretim büyük ölçüde arttı ve ürün değişimi hızlanarak genişledi. Tarım ve hayvancılık ürünlerinin yanı sıra, bronz ve demir aletler, madeni sabanlar, kılıçlar, kalkanlar, mızraklar, terzilik malzemeleri, kaplar, çeşitli dokumalar zanaatkarların ürünleri olarak değiş tokuş edilmeye başlandı. Toplumsal iş bölümü ve iş aletlerinin gelişmesi emek üretkenliğini artırdı. Bu süreç insanın doğaya bağımlılığını azalttı.

Üretici güçlerin gelişmesi, ilkel toplumda ortaklaşa çalışma ve iş birliğini giderek bozdu. İşin farklı alanlara bölünmesi, emek üretkenliğinin artması ve gelişen aletler ortak çalışmayı gereksizleştirdi. Gelişen üretim tekniği insan gücünün verimsiz kullanımına izin vermedi. Ortaklaşa çalışma yerini bireysel çalışmaya bıraktı. Çünkü farklılaşan iş alanlarında, gelişmiş aletlerle çalışan insanlar uzmanlaşmıştı. Bireysel çalışma daha verimli oluyordu. Yeni gelişen alet ve araçlar insanların ihtiyaçlarını gidermesi için farklı işlerde kullanılıyordu.

Ortaklaşa çalışmanın nesnel zeminleri ortadan kalkınca, üretim araçları üzerinde ortak mülkiyetin de dayanağı kalmadı. Kişisel çalışma, kişisel emek farklılığı, ortaklaşan emek yerine alınca, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet edinimi başladı.

İLKEL TOPLUMUN ÇÖZÜLMESİ

İlkel toplumun çözülmesi ve servet eşitsizliğinin büyümesinde mal değişimi büyük rol oynadı. Elde edilen fazla ürünün değişimiyle, farklı ve çeşitli ürünlere sahip olma ve zenginleşme olanağı doğdu. Kabile reisleri ve zenginler değiş tokuş edilenler üzerinden kendilerine pay almaya başladılar. Toplumsal zenginliğin bir bölümü böylece özel mülk haline geliyordu. Kabile reisleri ve bazı aileler zenginleşmeye başladı. Aileler arası mal değiş tokuşu, beraberinde borçlanmayı getirdi. Özellikle toprakta çalışan aileler, toprağın düzenli ve bol ürün vermesinden daha çok ürün fazlasına sahip oluyorlardı. Bir sonraki mevsim ürünü ödemek üzere bu ailelere borçlanan aileler, borçlarını ödeyemedikleri zaman, üretim araçlarını borç karşılığı vermeye başladılar. Bu süreç topluluk içinde bazı aileleri giderek yoksullaştırırken, bazılarını ise zenginleştiriyordu.

İnsanlar ve kabileler daha çok toprak için birbirleriyle savaşmaya başladılar. İlk dönemlerde (ürün fazlasının üretilmediği dönemlerde) savaşlarda esir alınmıyordu. Ürün fazlasının ortaya çıkmasıyla, esirler öldürülmeyip, boğaz tokluğuna çalıştırılmaya başlandı. Esirler köleleştirildi. Ayrıca topraklarına el koyuldu.

Köle emeği bu ailelerin zenginliklerine daha fazla kazanç kattı. İş aletlerinin gelişimi ve köle emeğinin kullanılması verimliliği artırdı. Artık köle sahibi olanlar, çalışmadan, üretim yapmadan yaşayabilir oldu. Köle emeğine el koymak önem kazandı. Savaşlar bu sefer sadece yeni köle bulmak için yapılmaya başlandı. Birçok kabile, zengin kabileler tarafından köleleştirildi. Köleler değiş tokuş edilmeye, satılmaya başlandı. Böylece toplum “özgür insanlar ve köleler” diye ikiye ayrıldı. Köle sahipleri durumlarını korumak, zenginliklerini artırmak için toplumun idaresini ellerinde tutmaya başladılar. Köleler ve yoksul aileler üzerinde baskı kurdular.

Toplum sömüren köle sahipleriyle, sömürülen köleler olmak üzere iki temel sınıfa ayrıldı. İlk sınıflı toplum ortaya çıktı. Artık toplumda üretim araçlarına sahip bir sınıf ve üretim araçlarına sahip olmayan bir başka sınıf bulunuyordu. Bu iki sınıfın yaşam koşulları ve yaşam biçimleri doğal olarak farklıydı. Ve bu iki sınıfın çıkarları da birbirinin zıttıydı.

Köle sahipleri sömürünün devamını sağlamak için bir dizi önlem ve organizasyona girişti. Yasalar hazırladı, baskı ve şiddeti meşrulaştırmanın araçlarını yarattı. İlkel toplum bütünüyle yok olurken, yerini ilk sınıflı toplum olan köleci toplum aldı.

KÖLECİ TOPLUM

Köleci toplum ilk sınıflı toplumdur. İnsanların insan tarafından sömürüldüğü ilk toplumsal formasyondur.

Köleci toplum, sömüren köle sahipleri ve sömürülen köleler olarak iki temel sınıftan oluştu. Köle sahipleri, bir üretim aracı gibi kullanılan kölelere ve diğer üretim araçlarına sahip olarak egemenliklerini kurdu. Köleler, yoksul köylüler ve zanaatkarlar ise köleci toplumun ezilenlerini meydana getiriyordu.

Köleler bir nevi özel mülktü. Efendi-köle ilişkisi kırbaçlı bir sömürüye dayanıyordu. İnsan olarak görülmeyen köleler, diğer üretim araçları gibi kullanılıyordu. Herhangi bir karasaban veya toprağın ekiminde kullanılan hayvanlardan farksızdılar. O zamanların düşünürleri bile köleliği normal görüyor, insandan daha aşağı bir varlık olarak değerlendiriyordu. Kölelere “konuşan alet” denmesi boşuna değildi.

KÖLE, “KONUŞAN ALET”

Köleci toplum tarım, hayvancılık ve zanaatkarlığa dayanıyordu. Üretim aletleri toplumsal dönümün hızına bağlı olarak henüz yeterince gelişmemişti. Karasaban, orak, tırmık, dirgen, kazma temel üretim aletleri olarak kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılık basit teknik ve uygulamalarla yapılıyordu.

Tekniğin az geliştiği alanlar basit meta üretiminin yapıldığı, o zamanın pazarına yönelik alanlarda oldu. Örneğin demir işleme, farklı dokuma işleri, çanak ve gömlek yapımı, el ve su değirmenleri önemli ve hızlı gelişme kaydetti. Bu alanlarda körük, ilkel dokuma tezgahı, çömlek tornası ve değirmen taşları kullanılıyordu.

Madenlerin işlenmesi, dokumacılığın bir düzeyde gelişmesi ve zanaatkarlıkta aşamalar kaydedildi. Demirin yanında altın ve gümüş madeni çıkarıldı. Demir silah yapımında, altın ve gümüş basit ticaretin gerçekleşmesinde, süs ve ziynet eşyası olarak kullanıldı. Dokumacılık, iplikçilik ve elbise dikimi gibi dallar oluştu. Tarımda da bazı gelişmeler görüldü. Zeytincilik, garapçılık, yağ çıkarılması, bağcılık gibi yeni üretim alanları doğdu. Bu basit iş bölümü emeğin üretkenliğini etkiliyordu.

Temel üretici güç köle emeğiydi. Bu adımlar köle emeğini, basit iş bölümüyle daha üretken kıldı.

Yaratılan tüm değere, ürüne köle sahibi el koyuyordu. Efendiler bir özel mülk haline getirilmiş kölelerin yanında diğer üretim araçlarına da sahipti. Efendi tanımını da bu sahiplik üzerinden alıyordu. Köle sadece yaşamasına yetecek kadar besleniyordu. Bu onun yarattığı ürünün çok küçük bir kısmıydı. Başka bir tanımlamayla, gerekli üründü. Diğer fazlaya ise efendi el koyuyordu. O da fazla ya da fazla ürünü teşkil ediyordu. Köle sahibinin zenginliğinin, sahipliğinin sırrı da buradaydı. Bunu elde etmek için kırbaçlı bir sömürü sistemi kurulmuştu.

KIRBAÇLI ZOR

Kırbaçlı zor, köleci toplumun ruhuydu. Ağır, yoğun, açlık düzeyinde çalışma ve sürekli zor, köle ölümlerine yol açıyordu.

Ölümler ve basit üretimin yaygınlaşması köle ihtiyacını artırdı. Köle ihtiyacı ağırlıkta fetih savaşlarından karşılandı. Köle pazarları kuruldu. Köle pazarlarında insanlar alınıp satıldı.

Artı-ürüne el koyan efendiler zenginleştiler. Zenginlik arttıkça bu asalak sınıfın zevk ve sefa alemeleri arttı. Büyük tapınaklar, sunaklar inşa edildi. Aslında bu binalar, bir güç ve otorite göstergesiydi.

Bazı köle sahipleri artı-ürünün bir kısmını satmaya başladı. Böylece bazı efendiler yine çalışmadan, alım-satım yapmaya başladı. Bu işlem gelişti ve hızlandı. Bu süreç tüccar sınıfının doğmasını sağladı. Zamanla ortaya yeni bir iş bölümü çıktı. Köle emeği her şeydi. Vahşice sömürülmeleri egemen sınıfa boş vakit sağlıyordu. Bu sayede bazıları yine üretime iştirak etmeden, bilim, sanat, felsefeyle uğraşmaya başladı.

Aynı dönem hem statükolarının korunması, hem de devamı yönünde matematik, astronomi, mimarlık, inşaat, felsefe, bilim ve sanatta önemli gelişmeler yaşandı. Ama bütün zenginliklerin altyapısını yaratanlar yine kırbaç ve zulüm altındaydılar.

Tekniğin, ticaretin ilerlemesi, şehirlerin oluşması su kanallarının, köprülerin, yolların, büyük binaların yapılmasını sağladı. Köle emeği üzerinde yükselen bu yapılar, üretici güçlerin gelişimini de simgeliyordu.

Kölelerin vahşi ve zalimce kırbaçla sömürülmesi, büyük bir öfke ve kinin birikmesine yol açtı. Bazı anlarda efendilerin en korktuğu şey yaşandı: köle isyanları. Köle isyanları ezilenlerin ayaklandığı, “artık yeter” dediği ayaklanmalardı. Efendiler bu isyanları önlemek, kendi özel mülklerini korumak ve yeni köleler kazanmak için yanlarında muhafız, asker beslemeye başladılar.

DEVLET, SINIFSAL TAHAKKÜM AYGITI

Böylece kölelerin isyanını engelleyecek, özel mülkiyeti koruyacak, sömürünün sürekliliğini sağlayacak, yeni köleler elde edecek savaşlar gerçekleştirecek ve “sistemli şiddet” uygulayacak bir aygıtın ihtiyacı doğdu. Sürekli silahlı ordusu olan, sömürü ilişkisini nasıl yürütüleceğini düzenleyen yasaları bulunan, bunları uygulatan mahkemelere sahip, din adamlarından filozoflara, sanatçılardan yazarlarına, bekçilerden denetçilere, tahsildarlara kadar uzanan, köleler üzerinde sistemli baskı ve şiddet uygulayan, sistemi ve işleyişini koruyan bir aygıt oluştu. Bu aygıtın adı devletti. Yani devlet “bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracısıydı”. Devlet, sınıflar mücadelesinin ürünü olarak doğdu. İlk önce köleci toplumda ortaya çıktı. Ya da sınıflı toplumun ürünüydü. Egemenlerin bir baskı ve şiddet aygıtıydı.

Yeni sosyal düzeni haklı ve meşru gösteren ahlaki ve fikri değerler sistemi geliştirildi. Bu noktada rahipler, din adamları, tapınaklar, filozoflar devreye girdi. Efendinin hakimiyeti ve sömürüsü hukukla, kanunlarla, kaidelerle, ahlaki değer yargılarıyla normalleştirildi. İnsanların eşitsizliği yeryüzünde ve “gökyüzünde” olağanlaştırıldı. Efendilerin buyruğu yasa kabul edildi. İtiraz bu dünyada kanunla engellendi. Öbür dünya için günah kabul edildi. Efendi-köle ilişkisi mutlak itaate dayanıyordu. Ve dinsel olarak da bu itaat meşru ve gerekli kabul edildi. Kölenin öldürülmesi, her türlü zorbalıkla karşılanması doğal kabul ediliyordu. Suç kölenin öldürülmesi değil, kölenin efendiliği reddi ve isyanıydı. Ayrıca çalınmak, aşağı “insana” ait bir şeydi, efendi çalışmazdı.

Efendi-köle ilişkisine dayanan üretim ilişkisi tıkanmaya, süreç içinde üretici güçlerin gelişimini engellemeye başladı. Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında uyum bozuldu. Şehir devletlerinin yaygınlaşması ve aralarında iş bölümünün olması, iş bölümünün daha alt yerleşim birimlerine kadar yansıması önemli bir gelişme oldu. Bu süreç ticaret ve finans ile ayırıcı bir süreç olarak işledi. Yani tacir ve faizcinin ayrışması yaşandı. Başlangıçta üretici güçleri geliştiren köle emeği, zamanla üretici güçleri engelleyici bir içeriğe büründü. Efendiler kölelerin sağladığı gelirle şatafat, şaşa ve lüks içinde yaşıyordu. Büyük bir küstahlıkla hakimiyetlerini sürdürüyorlardı.

Köle sahipleri her şart altında statükolarını koruma eğilimindeydi. Üretimi ve üretici güçleri geliştirecek bir hamlede bulunmuyor, ucuz ve maliyetsiz köle emeğinin yarattığı olanakları zevk-i sefa içinde kullanıyorlardı. Köle ekonomisi ağır israfa dayanıyordu.

KÖLE İSYANLARI

Kölelere dayatılan, ağır çalışma ve yaşam koşulları, yaralanmalara, ölümlere ve hastalıklara yol açıyordu. Köle emeğinin yani temel üretici gücün yeniden üretimi ancak fetih savaşlarıyla gerçekleşebiliyordu. Örneğin Roma ve Makedonya arasında gerçekleşen savaşta (M.Ö. 169’da), 150 bin kişi köleleştirildi. Ayrıca köleler ağır sömürü koşullarına karşı farklı direniş sanatları geliştirmişti. Kullandıkları alet, edavat ve gereçleri bozma, kırma, işlevsizleştirme gibi… Bu dönem aynı zamanda muazzam köle isyanlarına sahne oldu. Köle ayaklanmaları başta Roma, Makedonya, Batı Roma ve Çin’de görüldü. Köle isyanları tipik bir sınıf mücadelesiydi.

Spartaküs isyanı (M.Ö. 73-M.Ö. 71), köle isyanları içinde en çok bilinenidir. 120 bin gladyatör, çocuk ve kadının katıldığı bu isyan sonucunda, isyancılar vahşice katledildi ve Roma’ya kadar, yollara kurulan armihlara gerildi. Gücün simgesi olan Roma’yı sarsan bu isyan hareketi, efendilere korkulu rüyalar yaşattı. Spartaküs isyanı, ezilenlerin büyük başkaldırısına örnektir. Özellikle Arthur Koestler, Spartaküs adlı kitabında bu muhteşem isyanı edebi bir lezzetle anlatır. Ayrıca Stanley Kubrick’in yönetmenliğini yaptığı, başrolde Kirk Douglas’ın rol aldığı Spartaküs filmi de izlenmeye değerdir.

İsyan başlı başına bir manifestoydu ve esaret zincirinin parçalanmasını gösteriyordu. Özgürlüğün o baş döndürücü tadı ve “her şeye değer” dedirten ruhu, kölelerin yüzlerce yıllık öfkesiyle birleşiyordu. Köle ayaklanmaları, köleci toplumda üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin son haddine ulaştığını gösteriyordu. Bu çelişki köle ayaklanmaları biçiminde tezahür ediyordu.

Köleci devletler savaşlardan ele geçirilen yağıma ve kölelere dayanıyordu. Fetih savaşları, büyük ordular ve geniş devlet mekanizmasının yarattığı masraflar zamanla kaldırılmaz boyuta geldi. Buna köleci devletin simgesi Roma örnek oluşturdu. Roma Avrupa’dan Asya’ya ve Afrika’ya kadar olağanüstü genişlemiş ve yayılmıştı. Savaşlara ve orduya yeni askerler gerekiyordu. Köylüler ordunun temel gücüydü. Bir müddet sonra yabancı paralı askerler (lejyonerler), orduda köylülerin yerine istihdam edildi. Bu da ayrı bir masraftı. Ayrıca köylüler, zanaatçılar bedava köle çalıştıran köle sahiplerinin rekabeti karşısında tutunamadılar ve giderek yoksullaştılar. Üretim yapamaz duruma geldiler. Köylülerin ağır vergi ödeme yükümlülüğü de arttı. Bu yoksullaşma ve mülksüzleşme dalgası, köylü ve zanaatçıların köle isyanlarına aktif katılımına yol açtı. Bu isyan ve sosyal anafor köleci devlet yapısını sarstı.

SINIF KAVGASI

İşçi sınıfının önderlerinden birinin söylediği gibi tarih boyunca (sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte);

“… ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmişler, her seferinde ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa, ama durdurak bilmeyen bir mücadele içinde olmuşlardır.”

Fetih savaşları bir bozgun savaşına dönüştü. Artık köle kaynağı olmaktan çıkmış, yıkımın habercisi haline gelmişti. Köleci devlet o büyük mekanizmasıyla (askeri, memuru, bekçisi, din adamı, efendilerin ihtişamlı yaşamıyla) masraflarını kaldırmaz oldu. Sınıf mücadelesi, kölelerin esaret zincirini parçalamasını, köleci devletlerin yıkılmasını, efendi-köle ilişkisine ve köle mülkiyetine dayanan köleci üretim biçiminin çözülmesini beraberinde getirdi. Köleci toplum düzeni, yerini yeni bir toplum biçimine bıraktı.

Köleci uygarlıklar bilimde, teknikte, sanat ve düşünce tarihinde önemli ilerlemeler de kaydetti. Eski Mısır, Yunan, Roma uygarlıkları bu yönde önemli izler bıraktı. Sınıflar mücadelesi ve bir dizi içsel ve dışsal faktör, bu uygarlıkların sonunu işaretledi. Toplumsal formasyon değişikliği kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Köleci toplumun yıkıntıları üzerinden yeni bir toplum yükselmeye başladı.

FEODAL TOPLUM

Toprak beyliği, derebeylik, doğu toplumlarında toprak ağalığı düzeni adıyla verilen feodal toplum, köleci toplumun yıkıntıları üzerinden kuruldu.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, yüzyıllar süren altüst edici bir dönemin kapılarını açtı. Avrupa’nın doğusunda Gotlar, Germenler, Orta Asya steplerinden Avrupa’nın ortalarına kadar inmiş Hunlar, kuzeyde İskandinav kökenli halklar; Nordik halkları, güneyden Endülüsler Roma İmparatorluk topraklarını ya da daha genel bir ifadeyle Avrupa’yı işgal altında tuttular. Bu dönemde tarım, ticaret bir anlamda durdu, kir ve geçimlerin nüfusunda azalmalar yaşandı.

Zaman ilerledikçe bu topluluklarda köy reisleri ya da şefler seçildi. Şef’in seçildiği aile giderek ayrıcalıklı oldu. Şeflik sistemi bu ailelere dayandırıldı.

Savaşlarda ele geçirilen topraklar ve ganimetlerin büyük kısmına bu şefler el koymaya başladı. Şefler, köy topluluğunun güvenliğinden sorumlu olmaya başladı. Köylüler de askerlik yapma zorunluluğundaydı. Ancak haraç niteliğinde bir ödeme yaparlarsa bu sorumluluktan kurtulabiliyorlardı.

Şef ve köylüler arasındaki ilişki, sadakat ve şefin adalet ve koruma sözü vermesi arasında belirleniyordu.

Fetih savaşları, sosyal hiyerarşiyi yeniden biçimlendiriyordu. Feodal asalet sistemi oluştu. Baronluk ve lordluk gibi asalet konumlanmaları ortaya çıktı. Toprak kölesi olan serflerin sağladığı artı emek, bu hiyerarşinin temeli oldu.

Süreç derebeyliğine doğru evrildi. Feodal ilişkilerin gelişmesiyle Avrupa’daki toprakların büyük bir kısmı malikane yani derebeylik sistemine göre bölündü. Bir anlamda malikane (ya da manor sistemine) dayanan toprak rejimi oluştu. Her manorun ya da malikanenin bir lordu ve resmi memurları vardı. Araziyi korumaktan mükelleftiler. Toprakların üçte biri lord’a aitti. Geri kalanı serfler arasında dağıtılmıştı. Meralar, korular, otlaklar ortak araziyi oluşturuyordu.

Böylesi bir toprak sistemi (üç alan sistemi), tarımda büyük ilerlemelerin önünü açtı. Vasal adıyla da anılan serflere verilen toprakların küçük ve bağımsız topraklara bölünerek işlenmesi verimliliği azaltıcı bir yöndü.

FEODAL HİYERARŞİ

Feodal toplumda büyük toprakların ve üretim araçlarının özel mülkiyeti derebeylere (lordlara, baronlara, senyörlere) aitti. Feodal senyörler, asalet sahipleri, feodal toplumun egemen sınıfıydı. Din örgütlü konumuyla bu hiyerarşinin en önemli yerinde bulunuyordu. Kilise, feodal sömürüyü doğallaştıran, onaylayan ve bu sömürünün en önemli parçasıydı. Kilise en büyük toprak beyi, feodal senyörü konumundaydı.

Feodal toplum, piramidal bir sosyal yapı özelliği gösteriyordu. Başta Kral, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Ruhban sınıfı ve kilise, bu sistemi rasyonalize ediyor ve yeryüzünde Tanrı’nın egemenliğini yani krallığı ve feodal sömürüyü “normalleştiriyordu”. Ayrıca en büyük toprak sahibi olarak feodal sistemin parçasıydı. Ruhban sınıfının altında asiller sınıfı, baronlar, dükler, kontlar, şövalyeler vardı. En altta ise “özgür” insanlar, serfler bulunuyordu.

Serfler, feodal toplumun sömürülen ve ezilen sınıfı, kölelikten kısmen kurtulmuş, yarı köle konumundaki, bir nevi kırbaçlı kölelikten “toprak köleliğine” geçmiş köylüler ve zanaatçılardı.

Serf adı verilen bu sınıf, tam köle değildi. Senyörün kendisine bıraktığı toprak parçasını ve iş aletlerini kullanma hakkı vardı. Serfler topraktan kendileri için yararlanabilme imkanına sahipti. Ama bütünüyle toprağa bağımlıydı. Senyöre ürün ya da para vermek, ayrıca angarya iş yapmak zorundaydı. Serfler, bir nevi yarı köle gibiydi. Serf kendine gösterilen topraklardan, senyörden izin almadan uzaklaşamazdı. Öldürülmüyordu ama toprakla birlikte satılabiliyordu.

TOPRAK KÖLELERİ

Derebeylerin, senyörlerin toprakları dışında, bazı köylülerin ve zanaatçıların kendilerine ait toprakları, üretim araçları ve küçük işletmeleri vardı.

Ama feodal toplumun iki ana sınıfı derebeyleri ve serflerdi. Serf toprağı işleyerek yarattığı değerin büyük kısmını derebeyine veriyor, kalanı ile ancak ailesini geçindirebiliyordu. Ayrıca derebeyin malikanesindeki işleri de angarya olarak yapıyordu.

Feodal sistemin temel işleyişini şöyle anlatabiliriz: Serfin kendisi ve ailesinin yaşaması için çalıştığı zamanı, “gerekli çalışma saati” olarak tanımlarsak, geri kalan kısmı “ek ya da fazla çalışma” zamanını oluşturur. Derebeyi serfin bu ek zamanda ürettiği ürünlere zorla el koyarak, zenginliğine zenginlik katar. Yaşamını zar zor sürdürebilen, toprağı işlemediğinde ise aç kalmaya mahkum serf, bundan dolayı toprağa bütünüyle bağımlı yani bir nevi toprak kölesiydi. Derebeyi serfi belki öldüremiyordu, köle gibi mülk edinemiyordu (bu bile bazı feodal ülkelerde olabiliyordu) ama emeği üzerinde hak iddia edebiliyordu.

Yeni mülkiyet biçimi olarak ortaya çıkan feodal sistemde, derebeyi büyük toprakların ve üretim araçlarının sahibiydi ve kendi özel mülkiyeti altındaydı. Ayrıca kısmen serfler üzerinde mülkiyet hakkı vardı. Serfin bir düzeyde toprak ve üretim araçlarına sahip olması, üretim ve ürünler üzerinde yerinin ve hakkının olması köleci topluma göre daha kompleks bir sömürüyü koşulladı. Toprak feodal zenginliğin temel kaynağıydı. Toprakları arttıkça senyörler daha zengin ve güçlü oldular. Toprakları tekellerine aldıkça, toprağa bağımlı serfler üzerinde egemenliklerini daha da artırdılar.

Feodal dönemde üretici güçler gelişimini sürdürdü.

 

ÜRETİCİ GÜÇLER GELİŞİYOR

Akarsuların ve rüzgarın gücü kullanılmaya başlandı. Su ve yel değirmenleri yapıldı. Yelkenli gemilerle uzak diyarlara gitme şansı kazanıldı.
Barut ve matbaa makinesi icat edildi. Dökümhaneler kuruldu. İş kolları gelişti. Yeni makineler yaratıldı. Eskileri daha işlevli hale getirildi.
Dokuma üretimi, iplik bükme makinesinin yapılması, kırık, dokuma tezgahının geliştirilmesiyle dokumacılık büyük ilerleme kaydetti. Zanaatkarların emeği kalifiye bir nitelik kazandı. Bu ve benzer gelişmeler üretkenliği artırdı.
Ticaretin gelişmesi, mesleklerin çeşitlenmesi şehirlerin büyümesine yol açtı. Bazı şehirler zanaatçılığın ve ticaretin dünya merkezleri haline geldi.
Tarımda da büyük ilerlemeler yaşandı. Tahılda çeşitlilik arttı. Yeni meyve ve sebze türleri yetiştirilmeye başlandı. Gübre kullanımı tarımda verimliliği ve çeşitliliği artırdı ve fazla ürün almayı beraberinde getirdi.
Hayvancılık ve besicilik gelişti. Taşıma ve tarım işleri için hayvan yetiştiriciliği yaygınlaştı.
Süreç, bir yandan da ticaretin hızlanmasının önünü açtı.
Tüccarlar finansal güçleriyle, nakde ihtiyacı olan “üreticilerin” ürünlerini çok ucuza alıyor, pazarda fahiş fiyatlarla satıyorlardı. Ellerindeki nakit parayla tefecilik yapıyor, faizle para vererek servetlerini artırıyorlardı. Bu durum zamanla küçük üreticilerin tüccarlara tabi olmasını beraberinde getirdi.
Ticaretin genişlemesi, mal üretiminin artırılmasını gerektiriyordu.
El emeğine ve zanaata dayanan yeni üretim alanları ortaya çıktı.
Ne var ki, tüketime dönük bir ekonomik karakter gösteren feodal yapı, bu “gelişmenin” önünü kesiyordu. Zaman ilerliyordu, üretici güçler gelişiyordu.
Feodal sistemle çatışan bu yeni üretim, yani ticaretin gelişmesi ve etkin bir faaliyete dönüşmesi, tarımsal üretim alanlarının dışında şehirlerde gerçekleşiyordu.

ŞEHİRLER, TİCARET MERKEZLERİ

Tüccarlar ve zanaatkarlar bu alanda yoğunlaşarak yeni bir toplumsal gruba dönüşmeye başladılar. Üretim güçleri ağırlıkta tarım dışındaki alanda gelişmeye başladı.
Şehirlerde küçük atölyeler yaygınlaşmaya başladı. Üretim tüccarlar ve zanaatkarların organizasyonlarıyla gerçekleşiyordu.
Genel işleyiş şöyleydi: Tüccarlar ticaretten ve tefecilikten kazandıklarıyla hammadde alıyor, alet, araç gereç alıp zanaatkarları atölyelerde bir araya getirip ücretle çalıştırarak mal üretiyordu. Malları büyük kârlarla pazarda satıyorlardı. Pazar için, satmak için hep daha fazla üretmek gerekiyordu. Bu nedenle üretimi sürekli yükseltmek gerekiyordu. Bu süreç ve üretimin yakıcı ihtiyaçları, yeni üretim tekniklerinin gelişmesine yol açtı.
Yeni zanaat kolları, yeni kalifikasyon alanları oluştu.
Şehirler giderek gelişti. Ekonomi, sanat, kültür, siyaset merkezlerine dönüşmeye başladı.
Bir anlamda şehirlerin ve ticaretin gelişmesi feodal sınırları ve kalıpları kırıyordu. İleride kentler özgürlük ve bağımsızlık isteyecekti.
15. yüzyılın sonlarında önemli buluşlar, coğrafi keşifler; Amerika’nın keşfi, Hindistan’a giden deniz yolunun bulunması önemli gelişmelerin önünü açtı.
Uluslararası pazar oluşturuldu. Her türlü mala talep arttı. Artık basit atölye ve zanaatkârlık bu talepleri karşılamaya yetmiyordu.
Genişleyen pazarlar rekabeti iyice şiddetlendirdi. Bazı tüccarlar hızla zenginleşti. Bu rekabete dayanamayan şehirli küçük üreticiler ve zanaatkarlar hızla iflas etmeye başladı. Yoksullaştı.
Zengin tüccarların atölyelerinde ücretli olarak çalışmaya başladılar. Bu durum şehirlerde sınıfsal kutuplaşmayı tetikledi.

MANİFAKTÜR ÜRETİM

Atölyelerin talepleri karşılayamaması sonucu büyük imalathaneler kuruldu.
Manifaktür, imalathaneler zanaatçının atölyesinin yerini aldı. Manifaktür üretime geçiş 16. yüzyılın ortasında başladı, 18. yüzyılın sonlarına kadar sürdü.
Manifaktür; işbölümüne dayanan, çok sayıda işçiyi aynı çatı altında toplayan, üretkenlikte büyük artışlar sağlayan bir organizasyondu.
Genişleyen üretim ciddi bir insan gücü ihtiyacı yarattı. Bu işgücünün kaynağı neresi olacaktı? Bu soruya cevap aynı zamanda kapitalizmin doğuşunun da cevabı olacaktı.
Manifaktürün ortaya çıkışı ve üretici güçlerdeki meydana gelen gelişme, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkiyi ortaya çıkardı.
Manifaktür “sanayi”, işgücünün serbestliğini dayatırken, işgücünün kaynağı olacak serfler, toprağa bağlıydı. Feodalizm onu toprak kölesi yapmıştı.
Manifaktür geniş bir uluslararası pazara ihtiyaç duyuyordu, ama bu gelişim feodal üretim ilişkileri tarafından engelleniyordu.
Senyör-serf ilişkisi işgücünün topraktan koparılıp, manifaktür tezgahında çalışmasını bloke ediyordu.
Burjuvazinin üretim araçlarına sahip olmayan, ayakta kalmamak için işgücünü satmak zorunda olan insanlara yani işçilere ihtiyacı vardı. Bu insanlar ancak feodal bağımlılıktan kurtulmasıyla mümkün olabilirdi.
Serfler, derebeyinin vahşi sömürüsünden kurtulmak istiyordu. Küçük üreticiler ve zanaatkarlar da feodal cendereden çıkmayı arzuluyorlardı. Derebeyi ve asiller ise her ne pahasına olursa olsun egemenliklerini, saltanatlarını sürdürmek istiyorlardı.
Bütün bu arayış, istek, çatışmalar üretici güçlerle, feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi keskinleştiriyordu.
Sınıf mücadelesi sertleşiyordu.
Feodal üretim ilişkilerinin yerini kapitalist ilişkilere bırakması zorunlu hale geliyordu.
Burjuva liderliğinde toprak kölelerinin, serflerin, yoksul köylülerin, şehir ve köy zanaatkarlarının, küçük üreticilerin katıldığı, çok sayıda burjuva devrimiyle feodal sistem yıkıldı.
Burjuvazi üç renkli bayrağıyla; kırmızı, mavi, beyaz bayrağıyla (bu bayrak Fransa’nın bayrağı olacaktı) kitleleri harekete geçirdi. Yani kitleler özgürlük, eşitlik, kardeşlik için barikatlara koştu.
Burjuvazi, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan ekonomik üstünlüğünü, siyasal egemenliğiyle tamamladı.
1640-1660 İngiliz Burjuva Devrimi, burjuvazinin ekonomik iktidarı ele geçirişini; 1789 Fransız Burjuva Devrimi, burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirişini simgeledi.
Feodal üretim biçimi çözülürken yerini başka ve son derece yıkıcı bir sınıflı topluma bırakıyordu: kapitalizme.
Kısa zamanda kardeşlik sınıf tahakkümüne, eşitlik boğaz bir slogana dönüşecekti; özgürlük ise burjuvazinin daha fazla sömürme hakkı anlamına gelecekti.
Burjuvazi tarih sahnesine çıkarken, kendi mezar kazıcılarını da yaratıyordu; yani işçi sınıfını, proletaryayı…
Bu süreç, burjuva devrimleri çağında (1830-1848 dönemi), işçi sınıfına çok şey öğretti. Bağımsız ve birleşik bir sınıf olmanın yakıcı önemini ve devrimci enerjisini nasıl kristalize edebileceğini.

Bir de gerçekten “kaybedecek zincirlerinden başka bir şeylerinin olmadığını ve kazanacak koca bir dünyalarının olduğunu” gösterdi.

Kaynaklar:

  • Orhan Hançerlioğlu, Özgürlük Düşüncesi, Varlık Yayınları, 1977.
  • V. Afanasiev, Felsefenin İlkeleri, Yar Yayınları, 1979.
  • Claude Delmas, Avrupa Uygarlığı Tarihi, Akşam Kitap Kulübü, 1967.
  • Leo Humerman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Bilim Yayınları, 1976.
  • Temel Eğitim Dersleri, Sorun Yayınları, 1979.
  • V.A. Malinin, Felsefenin Temelleri, Konuk Yayınları, 1979.
  • Jean Baechler, Kapitalizmin Kökenleri, Savaş Yayınları, 1986.
  • Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığı, Disk Yayınları, 1978.
  • Zubritski, Mitropolski, Kerov, İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Sol Yayınları, 1978.
  • Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Ekim Yayınları, 1970.

Yazar

Scroll to Top