Sendikal Krize Karşı İşçi İnisiyatifi

SENDİKA EVE, EV SENDİKAYA FABRİKA SOKAĞA, SOKAK FABRİKAYA TAŞINMALIDIR
Dünya çapında büyük altüst oluşların ve değişimlerin yaşandığı bu konjonktürde, sendikaların ciddi bir kriz yaşadıkları ve varlıklarını sürdürme mücadelesi verdikleri bir süreçten geçiyoruz. Sendikal mücadeleyi, geçmişteki mücadele ve örgütlenme anlayışıyla sürdürebilmek gittikçe olanaksızlaşmakta ve yaşanan değişiklikler, yeni sendikal politikalar üretmeyi zorunlu kılmaktadır.
İçinde yaşadığımız yeni dönemi geçmişten farklı kılan değişimlerin temelini iki ana faktör belirlemektedir. Bunlardan birincisi, 1940’lı yılların sonlarından başlayarak yakın döneme kadar süren Soğuk Savaş’ın bitmesi, iki kutuplu dünyanın dağılması, son yüzyıla damgasını vuran sosyalizm pratiklerinin bir blok olarak tarih sahnesinden çekilmesidir. İkincisi ise, 1970’li yıllarda başlayan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecidir. Bu iki faktör birbirini etkilemiş, birbirinin gelişme ve sonuçlanmasına yol açan neden ve yönelimleri ortaya çıkarmıştır.
KAPİTALİZMİN YENİDEN YAPILANMA SÜRECİ
Finans Kapital, özellikle 1960’lı yılların sonundan başlayarak içine girdiği krize karşı bazı politikalar üretti ve yeni bir birikim modeline geçti. Özünde kâr oranlarının düşme eğilimine karşı geliştirilen bu politikaların geniş kitleler açısından en doğrudan sonucu, Keynes’çi “sosyal devlet” anlayışının terk edilmesiydi. Kapitalist sistemin 1929 ekonomik bunalımının ardından sosyalizme karşı oluşturduğu güvenlik kuşağında, en temel dayanağı devletin yapısında yarattığı değişimdi. Kapitalist ülkeler, işçi sınıfı muhalefetine ve dışarıda var olan sosyalizm tehdidine karşı sosyal devlet, refah toplumu kavramı ile toplumsal muhalefeti denetim altında tutmayı genel politika haline getirmişti. Sosyal devlet, eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, konut edinme ve benzeri toplumsal ihtiyaçların yanında, sigorta sisteminin oluşturulması, işsizliğin giderilmesi, sakatların bakımı gibi toplumsal sorunların devlet tarafından çözüldüğü, II. Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran kapitalist devlet organizasyonuydu.
1929 ekonomik bunalımına karşı geliştirilen ve esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında uygulanabilen sosyal devlet (refah devleti) anlayışının yerine, 1970’lerde üretimi arka plana atan ve özellikle mali politikaları ön plana çıkaran neoliberal politikalar devreye sokuldu.
İŞÇİ SINIFINA VE EMEKÇİ KİTLELERE DÖNÜK BÜYÜK BİR SALDIRININ DÜNYA ÇAPINDA UYGULAMAYA KONULDUĞU 80’li YILLAR BOYUNCA, KAZANILMIŞ BİRÇOK MEVZİ SERMAYE TARAFINDAN ELE GEÇİRİLDİ. Devletin sosyal hizmetlere katkısı giderek azalırken, emekçiler üzerindeki vergi yükü daha da arttı. Sosyal güvenlik kuruluşları eski etkisini yitirdi ya da tasfiye edildi. Birçok ülkede işsizlik görülmemiş boyutlara ulaşırken, işsizlik sigortaları giderek içi boşaltılmış bir içeriğe büründü. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere birçok sosyal hizmet alanındaki devlet sübvansiyonu ya ortadan kalktı ya da önemli ölçüde geriledi. Özelleştirme politikaları sermayenin dünya çapındaki saldırısının mızrak ucu oldu.
Sermayenin dünya çapında yeniden yapılanması anlamına gelen bu birikim modeli ile sermayenin uluslarüstü niteliği giderek daha belirgin bir hal aldı. Ulusal sınırların sermayenin hareketi açısından neredeyse hiçbir öneminin kalmadığı bir dönem başladı. Sermayeye değişik ülkelerin işgücünü birbirlerine karşı kullanma olanağı sağlayan bu gelişme, işçi sınıfı açısından enternasyonalist dayanışmanın aciliyetini ve önemini bütün yakıcılığıyla dayatmaya başladı.
Teknolojik alanda gerçekleşen muazzam gelişmelerle birlikte sermayenin uluslarüstü bir nitelik kazanması, dünya işbölümünde de yeni bir dönemi başlattı. Yeni gelişen yüksek teknolojili sektörlerde yoğunlaşan emperyalist ülkeler, bu teknolojiler karşısında kar marjı düşen, daha yoğun emek gücü gerektiren sektörleri ve “kirli” teknolojileri, bağımlı ülkelere transfer etmeye başladı. Bu transferin bağımlı ülkelerin bir kısmında yoğunlaşması, bağımlı ülkeler içinde de bir farklılaşmaya yol açtı. Bu ülkelerde yaşanan “sanayileşme” atılımlarıyla işçi sınıfının nicel ve nitel gelişimi artarken, bağımlılık ilişkisi de (bütün “çağ atlama” ve “kalkınma” söylemlerinin aksine) derinleşti ve yoğunlaştı. Bu yeni uluslararası iş bölümü, emperyalist ülkelerde “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu” gibi tartışmalara neden olurken, gerek hammadde kaynağı, gerekse de pazar olma niteliği açısından bazı ülkelerin sistemin sırtında bir yük olduğu ve gereksizleştiği tartışmaları da gündemi işgal etmeye başladı. “Emperyalizmin aşıldığı ya da insancıl kapitalizm” gibi sözlerle ifade edilen bu anlayış, sermayenin, genel işleyiş yasaları çerçevesinde bir süre sonra bu ülkelere de yönelmek zorunda kalacağını, bugünkü konjonktürün dünyadaki toplam sermayenin daha seçici davranabilmesine olanak sağlayan geçici bir durum olduğunu gizlemeye hizmet etti. Benzer bir şekilde, bugün tartışılan “sanayi sonrası ya da bilişim toplumunun” varlık koşulunun, yeni bağımlılık ilişkileri çerçevesinde daha yoğun kontrol altında tutulabilen sanayi toplumları olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Bu tespitlerin yapılması, emek-sermaye çelişkisinin ortadan kalktığını ya da (daha utangaç olan bazıların yaptıkları gibi) önemini yitirdiğini söyleyenlere karşı, emek-sermaye çelişkisinin bütün şiddetiyle daha global nitelikte ve varlığını daha fazla hissettiren bir biçimde sürdüğünü belirtmek açısından bir değer taşımaktadır. Yeni dönemde, bilgi en önemli kar kaynağı haline gelmiş, meta haline dönüşmüştür. Bilginin, kar kaynağı olma özelliğini sürdürebilmesi, gizli kalmasına bağlıdır. Bilgiye sahip olan sermaye açısından satılabilir olan şey onun ürünleri ve sonuçlarıdır. Kendisi değildir. Bu ise, iletişim teknolojisindeki bütün gelişmelere rağmen, içine girdiğimiz yeni dönemde bilginin herkes tarafından ulaşılabilir, kullanılabilir, hatta üretilebilir olmasını değil, tam tersine gizli kalmasını, toplumun çok az bir kesiminin bilgiye ve onun getirdiği ekonomik, siyasi, toplumsal egemenliğe sahip olmasını, geri kalan büyük bir çoğunluğunun ise bu olanaktan yoksun bırakılmasını gerektirir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin işçi sınıfının mücadelesini doğrudan etkileyen sonuçları arasında üretimin örgütlenmesinde gerçekleştirilen değişimler önde gelmektedir. İşçiyi makinenin basit bir uzantısı haline getiren Fordist üretim örgütlenmesi, vasıfsız kol emeğine dayalı bir işçi tipini üretirken, üretim sürecinde de işçiyi tamamen makinenin (bandın) düzenlenişine bağlı bir konumlanma içine sokmuştu. Bu üretim örgütlenmesi bir yandan oluşturduğu büyük ölçekli üretim birimleriyle, diğer yandan da ortaya çıkardığı görece homojen işçi kitlesiyle sendikal örgütlenmeyi kolaylaştırıcı bir etkendi. Sendikaların 20. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak geleneksel örgütlenme alanları, kamu ve özel sektöre bağlı büyük ölçekli üretim birimleri oluşturmuştu. Bu gelişme özellikle 1929 Dünya ekonomik krizinin kapitalizm örgütlenmesine yaptığı etkilerin sonucuydu. Devlet, sömürge ülkelerde; altyapı yatırımlarının yanı sıra üretim ve hizmet sektörlerine kadar söz sahibi olurken, metropollerde; daha çok baraj, yollar vb. gibi altyapı yatırımlarında yoğunlaştı. 1960’lı yılların sonlarına kadar süren büyük ölçekli üretim birimleri şeklinde örgütleniş, hem kamu sektöründe, hem de özel sektörde büyük istihdam olanakları yaratmaktaydı. Uygulanan üretim sistemi (bant ya da Fordizm) niceliksel anlamda yoğun bir işçi kitlesinin çalıştığı, aynı mekan içinde bir ürünün tasarımından başlayarak pazara sunulacak aşamaya kadar bütün işlemlerin yapıldığı üretim yapısına dayanmaktaydı.
Böylesi bir üretim örgütlenmesi görece olarak homojen özelliklere sahip aynı çalışma koşullarına tabi olmanın getirdiği ortak davranma, hareket etme bilincinin gelişmesine de olanaklar sunmaktaydı. Ne var ki 1970’lerden sonraki gelişmeler “kitlesel “Üretim-kitlesel tüketim” anlayışına göre biçimlenen ve büyük ölçekli üretim birimlerinde ifadesini bulan klasik Fordist üretim örgütlenmesi değişmeye başladı.
Yeni süreçte pazar sirkülasyonu hızlanmış, daha bol çeşit, yeni ürünler ve üstün kalite temel etken olmuştur. Kapitalist ideologlar tarafından “tüketici diktatörlüğü” olarak tanımlanan bu gelişmenin sağlanmasında yeni bir tüketim normunun ve onunla bağlantılı toplumsal değerler sisteminin geliştirilmesi, bu bağlamda reklam sektörü büyük bir önem taşımaktadır.
Sonuçta, pazardaki talep değişiklikleriyle uyumlu olabilecek esnek bir üretim örgütlenmesi gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmenin gerçekleşebilmesinin temel koşulu, hızlı model ve ürün değişikliklerini ekonomik kılabilecek çok amaçlı makinelere olanak tanıyan yeni teknolojilerdir. Aynı şekilde üretimin küçük parçalara bölünebilen aşamaları, üretimin dev bir fabrikaya dönüşen dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşmesine olanak sağlarken, sermayenin uluslararası örgütlenmesi, tasarım, finansman, dağıtım ağındaki egemenliğiyle birleştiğinde işletme çapları küçülse bile bir adem-i merkeziyetçiliğe değil, tam tersine daha yoğun bir merkeziyetçiliğe neden olmaktadır. Uluslararası düzeyde yeni bir nitelik kazanan üretim, işbölümü sayesinde uluslarüstü tekeller esnek davranabilmekte ve farklı ülkelerin ya da üretim birimlerinin işçilerini birbirlerine karşı tehdit unsuru olarak kullanabilmektedirler.
Geçmişin fabrika içi işbölümü dünya çapında gerçekleşmektedir. Büyük bir sermaye grubuna bağlı olarak ve onun yönlendiriciliğinde üretim yapan çok sayıda küçük üretim birimi, bir yandan birbirleriyle acımasız bir rekabet içinde düşük maliyetli üretim gerçekleştirmekte, öte yandan büyük sermaye grubunu üretimle ve onun getireceği sorunlarla uğraşmak yükünden kurtarmakta, en önemlisi de söz konusu küçük üretim birimlerinden herhangi birisinde doğabilecek üretim aksamalarından siparişin ya da üretimin en az etkilenmesine yol açmaktadır. Ya da üretim birimi büyük ölçekli olsa bile, iç örgütlenmesindeki farklılıklar (1)
(taşeron uygulaması, işin bazı bölümlerinin başka üretim birimlerinde yapılabilir olması, çok uluslu tekellere bağlı farklı işletmelerin bulunması, üretim birimlerinin eskiye kıyasla çok daha kolay taşınabilir olması) tasarım, finansman, üretim, reklam, pazarlama bütünselliğinde üretimi diğer faktörler arasında en kolay çözülebilir sorun durumuna getirmiştir.
İşçiler açısından ise bütün bu gelişmelerin anlamı açıktır. Sonuçta, tek tek işyeri düzeyinde ele alındığında, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün, üretimin belirlenen zaman ve miktarda gerçekleşmesini etkileyebilir olduğu bir dönem sona ermektedir. Bu ise işyeri temelinde ve işkolu bazında örgütlenen sendikal anlayışın varlığını tehdit eder bir niteliktedir.
Esnek üretim modelini, pazarın taleplerine göre ürün çeşitliliği ve kalitesi konusunda oluşabilecek değişikliklere cevap verebilme kapasitesi olmaktan çok, bu üretimin bazı süreçlerinde çıkabilecek sorunlara rağmen, istenilen zamanda ve istenilen miktarda yerine getirilmesini mümkün kılabilecek bir üretim örgütlenmesi olarak tanımlamak gerekir. (2)ol
Yeni teknolojilerin üretim süreçlerine uygulanmasının en önemli sonuçlarından birisi de, işçi sınıfının iş farklılaşmasını artırmak yönünde olmuştur. Kimileri tarafından “elveda proletarya” söylemleriyle teorileştirilmeye çalışılan bu gelişme, gerek sendikal, gerekse de siyasal düzeyde yeni politikaların geliştirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bir yandan yeni teknolojilerin gerektirdiği bilgi birikimine sahip nitelikli emek, diğer yandan yine söz konusu teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte gittikçe daha mekanik bir özellik taşıyan vasıfsız kol emeği ayrımı gelişmektedir. Geçmişin Fordist fabrikasında benzer niteliklere, yaşam tarzına ve taleplere sahip olan, görece homojen işçi kitlesinin yerine, bugün nitelik, ücret, yaşam düzeyi, alışkanlıklar, beklentiler ve talepler açısından farklılaşmış bir ücretliler kesimiyle karşı karşıyayız.
İşçi sınıfının iş yapısında heterojenleşme diye tanımlayabileceğimiz bu süreç, kendini çekirdek işgücü ve çevre işgücünün ayrımında daha da somutlamaktadır.
Çekirdek işgücü (nitelikli emek) bugün özellikle metropol ülkelerde radikal bir farklılaşma içindedir. Önceleri imalat sanayisindeki işçiler bu özelliğe sahipken, bugün ağırlığı azalmaktadır. Bugün çekirdek işgücü ağırlıkla bilgisayar, haberleşme, uzay teknolojisi gibi teknoloji üretimi yapan sektörlerde yoğunlaşmıştır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının kapsamını genişletici ve beyin işgücünün proleterleşmesi sürecidir. Bu işgücü yüksek ücret alabilmekte, belirli oranda rahat imkanlara ve kısmi bir iş güvencesine sahip olabilmektedir.
Diğer yandan dünya çapında çevre işgücünün niceliksel oranının gittikçe arttığı görülmektedir. Çevre işgücünün en karakteristik özelliği kendi içindeki heterojenliğidir. Bu işgücü ağırlıkla atölye sisteminde sürekli bir hizmet akdine sahip olmadan, geçici sözleşmelerle hiçbir iş güvencesi olmayan bir şekilde çalışmaktadır.
Bu yönleriyle karşımızda, geçmişte aynı mekanda emeklilik yaşına kadar çalışabilen, işçi kuşağından farklı olarak hiçbir sosyal ve ekonomik güvencesi bulunmayan, ağır ve uzun çalışma saatlerinde iş gören, işletmeye geçici sözleşmelerle bağlı, uygulanan ayrımcı politikalar sonucu birbirleriyle ortak duruş noktalarında kaymaların görüldüğü, hatta bazen aralarında gerilimlerin yaşanabildiği bir işçi profili vardır.
Gemisinin klasik hizmet sektörleri (eğitim, sağlık vb.) ağırlıkla devlet eliyle yürütülen kamu hizmetleri olarak görülmekteydi. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında gelişen ve Sosyal Devlet anlayışının bir uzantısı olarak gündeme gelen bu tür hizmet sektörlerinin işçi sınıfının yapısı üzerinde doğurduğu etkilerle ilgili tartışmalar henüz bir sonuca ulaşmamışken, şimdi yeni bir tür hizmet sektörüyle karşı karşıyayız. Bir yandan yukarıda bahsedilen kamu hizmetleri niteliğindeki sektörler, giderek sermayenin kar anlayışına bağlı olarak yeniden düzenlenirken, esas olarak finansman, reklam, tasarım, yönetim ve koordinasyon gibi alanlarda doğrudan özel sektörle ilişkili ve nitelik olarak da farklı bir “hizmet” sektörü kavramı gelişmektedir.
Yeni teknolojilerin sanayiye uygulanmasının en çarpıcı sonuçlarından birisi de, kapitalizme zaten içkin olan yapısal işsizliğin görülmemiş boyutlara ulaşması, bir çok iş türünün ortadan kalkmasıdır. (4)
Yeni gelişen sektörlerin yarattığı istihdam alanları da ihtiyaç duyulan nitelikli emek, giderek daha fazla sayıda insan tarafından taşınan bir özellik haline geldikçe, işsizlik kabusu bu kesimin de uykularını kaçırmaya başlamaktadır. Sonuçta, iş güvencesi talebi, daha iyi çalışma koşulları ve daha fazla ücret taleplerinin önüne geçebilmektedir.
Bugün karşılaşılan en önemli değişikliklerden bir başkası da, standart istihdam biçimlerinin değişmesi ve düzensiz istihdamın yaygınlaşmasıdır. Part-time çalışma ve eve iş verme biçimleri giderek daha “olağan” çalışma biçimleri olmaktadır. Ayrıca özellikle iletişim sektöründe yaşanan hızlı gelişmeler, evde çalışma şeklinde bir istihdamı mümkün kılmaya başlamıştır. Bugün, söz konusu hizmet sektöründe “işyeri” kavramı giderek gereksizleşen ve sadece bir alışkanlık ya da sosyal rahatsızlıklara yol açmama gibi gerekçelerle varlığını sürdüren bir kavram olarak durmaktadır. (5)
Bu gelişmelerin sonucunda sürekli ve düzenli istihdama göre örgütlenen sendikaların gücü ve etkinliği azalmaktadır. Geçmişteki işleyişi altüst eden bu gelişmeler klasik sendikal yapıları da gerçek bir krizle karşı karşıya bırakmıştır. Sendikaların eski biçimlerde varlıklarını sürdürmelerini olanaksızlaştıran kriz, bütün kavram ve kurumların değişmesini, yeniden ve farklı bir bağlam içinde tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Temelde refah devleti politikalarıyla ve Fordist anlayışa göre düzenlenmiş büyük ölçekli üretim birimlerinde örgütlenerek var olan sendikaların, üzerinde hareket ettikleri zemin ortadan kalkmaktadır. Artık sermaye sadece toplu sözleşme dönemlerinde işverenlerin taleplerine boyun eğmekle ve arada çıkan bazı sorunlarda işçileri yatıştırmakla yetinen bir sendikal anlayışa giderek daha az gerek duymaktadır.
Bu nedenle, sermayenin yeni gerekleriyle bütünleşen ve var olan “çağdaş” sendikalara dönüşerek sürdürmeye çalışan bir eğilim, kendi “örgütlü” bulunduğu sermaye grubunun rekabet gücünü ve pazar payını artırma işin, tıpkı işletmenin “personel müdürü” ya da “genel müdürü” gibi bir konumlanmaya gitmektedir. Bu amaca dönük bazı uygulamalar “endüstriyel demokrasi” makyajıyla süslenirken, “kalitenin yükseltilmesi”, “üretimin artırılması”, “hepimiz aynı gemideyiz” gibi söylemler ön plana çıkmaktadır. Kendisini işçi sınıfının çıkarlarını korumak ve geliştirmekle görevli olarak görmeyen bu anlayış sadece üyesi olan iş bulabilmiş “şanslı” işçilerin (gerektiğinde diğer işçilere ya da bir işsize karşı) işini korumayı ön plana çıkartmakta ve bunun karşılığında emeği disipline etmek ve yüksek emek verimliliğini sağlamak görevini yüklenmektedir.
Buna karşılık, yeni döneme adapte olamayan klasik sendikal örgütlenmeler giderek yok olma noktasına yaklaşmaktadırlar. Bu gelişmeler karşısında, sınıf temelinde bir sendikal anlayışı savunan kesimlerin de, klasik örgütlenme ve mücadele yöntemlerini bırakarak, günün koşullarına uygun bir anlayış pratiğe geçirmemeleri halinde dinozorlar gibi tarihe gömülmekten kurtulamayacakları açıktır.
TOTAL ÖRGÜTLENME:
ÇALIŞMA ALANLARINDAN YAŞAM ALANLARINA, YAŞAM ALANLARINDAN ÇALIŞMA ALANLARINA
Sermayenin işçi sınıfının her düzeydeki örgütlülüğüne yönelik saldırılarının yoğunlaştığı günümüzde; işçi sınıfının organik birliğini ve eşgüdümünü sağlayan sendikal örgütlülüklerin yeni bir perspektifle donanması, yeni döneme uygun mücadele ve örgütlenme yöntemleri geliştirmesi acil bir ihtiyaçtır.
Sendikaların bir bütün olarak yaşadıkları kriz karşısında sınıf eksenli geliştirilecek bir çözümün temelinde antikapitalist bir mücadele çizgisinin bulunması kaçınılmazdır. Mevcut biçimiyle ya yok olmak ya da sisteme bütünüyle entegre olmak ikileminin aşılabilmesinin esas koşulu, düzenden kopuşu hedefleyen bir sendikal anlayıştır. Ne var ki, dünyada yaşanan büyük alt üst oluşlar ve değişimleri ciddiye almayan, bu değişimlerin gerektirdiği örgütlenme ve mücadele biçimlerini yaşama geçiremeyen bir anlayış ne kadar “iddialı” söylemler geliştirirse geliştirsin önüne çıkan bu ikilemi aşamayacaktır.
Üretimin alabildiğine esnekleştiği ve sermayenin uluslararası bir nitelige evrildiği, işsizliğin görülmemiş boyutlara ulaştığı bir
Dönemde, geleneksel sendikal refleks ve örgütlemelerle bu gelişmeleri kavramak ve çözüm üretmek mümkün değildir. Sendikal yapılar, geleneksel anlayış ve yöntemlerin dışına çıkarak, emeğin güncel sorun ve gereksinmelerine cevap verecek yeni program ve stratejiler geliştirmek zorundadır.
Bu anlamda salt örgütlü emeğe değil, örgütsüz emeğe (6), işsizlere (7), kadınlara, çocuklara, göçmen işçilere, marjinal sektörlerde çalışanlara, emeklilere yönelebilmeli ve işçi sınıfının unsurları arasında organik birliği sağlayacak örgütlenme ve araçlar yaratabilmelidir. İlk başta görülmesi gereken işçinin, salt işyerinde değil, işyerinin dışında da bir yaşamı olduğudur. Yaşadığı sorunların bir bütünlük ve iç işleyiş taşıdığını kabul etmek gerekmektedir. Ve bu sorunları aşmak, tekil bazı problemleri çözmekle mümkün değildir.
Bundan dolayı sendikal mücadele, işçinin hem çalıştığı alana, hem de yaşadığı alana ilişkin projeler üretebilmeli, işçinin işyerleriyle yaşamın sürdürüldüğü her alana, her soruna, her olguya müdahale edebilecek, yapısal bir içeriğe bürünmelidir. Bu alanlar arasında işçi ve kitle inisiyatifinin yaratılması hedeflenmeli, işçinin değişim ve dönüşümünü sağlayacak örgütlenmelere gidilmelidir. Sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve yarattığı pratikler bunu zaten zorunlu kılmaktadır.
Total örgütlenme diye tanımlayabileceğimiz çalışma alanlarıyla, yaşam alanlarının birliğini ve bütünlüğünü kuracak, boş zamana müdahale edecek örgütlenme anlayışı, işçinin salt işyeriyle ilişkili zamanına değil, işçinin 24 saatine nüfuz edebilmeyi amaçlamaktadır.
Sendikanın eve, evin sendikaya, fabrikanın sokağa, sokağın fabrikaya taşınacağı çalışma tarzı, örgütlenme ve mücadele anlayışıyla sadece örgütlü emek değil, işsizlere, ev kadınlarına, emeklilere, çocuk işçilere, göçmen işçilere, marjinal sektörde çalışanlara da ulaşmak mümkündür.
Yasaların belirlediği çerçevede işkolu esasına göre örgütlenmiş mevcut sendikal yapılarla, farklı işkollarının bir arada bulunduğu, işverenlerin kendi aralarında ciddi örgütlülükler yarattığı, binlerce işçinin çalıştığı küçük ve orta ölçekli sanayi sitelerine veya cam, gıda, tekstil, metal sektörü gibi sektörlerin belirleyici ağırlığı olduğu Manisa, Denizli, Kayseri, Gaziantep, Bozöyük, Çerkezköy ve Çorlu gibi sanayi bölgelerine girebilmek, etkin mücadele ve örgütlenme yürütmek mümkün değildir.
Kısaca işyerine yönelik müdahalenin yanında, yaşam alanlarına yönelik faaliyetlerin bir bütünlük içinde yürütülmesi, örgütlenmenin vücut bulacağı temelleri oluştururken işçi sınıfının birliğinin toplumsal maddi zeminini de örecektir.
Sınıf hareketinde ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan deneyimler, sendikal faaliyetin yeni dönemde yeni işlevler kazanmasının zorunluluklarını göstermektedir. Artık hukuksal sınırlamalarla işlevi ve işleyişi belirlenmiş bir sendikal faaliyetin sonuç alıcı olması mümkün değildir. Sendikal faaliyetin arayacağı kıstas bellidir. O da toplumsal meşruiyettir. Total örgütlenme, işçi sınıfının özgücüne dayanarak var olan sınırları aşan, içi işçi sınıfını bir bütün olarak ele alan ve bütünlüğe yönelik faaliyetlerini toplumsal meşruiyet üzerinden kuran bir ilişkiler ağdır. Diğer anlamıyla total örgütlenme, fiili sendikal faaliyettir. Her alan sendikal örgütlenme alanıdır. Bazen bir işçi kahvesi, bazen varoş sokaklar, bazen işçilerin evleri, mahalle ve köy dernekleri sendikal faaliyetin karargahıdır.
Ayrıca; her şeyin metalize olduğu, en temel insani değerlerin yok edildiği, kitlelerin yoğun bir tekno-ideolojik saldırılara maruz kaldığı ve paranın iktidarının; onuru, tutkuyu, özlemi, umudu yok ettiği günümüzde, giderek yalnızlaşan ve parçalanan insanın, paylaşma ve dayanışma ilişkilerini yeniden üreten örgütsel formlara ihtiyacı vardır.
Sendikal örgütlülük bu noktada dünden çok daha anlamlı bir pozisyondadır. İşçi sınıfının sermayenin saldırılarına karşı yaşadığı atomizasyon ve depolitizasyon sürecine karşı, işçi hareketinin yeniden inşası yönünde önemli misyonlar taşımaktadır. Bir anlamıyla sendikal hareketin bir toplumsal muhalefet gücü olarak hareket etmeyi becerebilmesi, işçi sınıfının gücünü toparlayabilmesini ve müdahale edebilme yeteneklerini artıracaktır. Bu süreç bir yandan depolitizasyon sürecine karşı işçi sınıfının bizzat kendisini siyasallaştırması, bir sınıf olarak sermayeye ve kapitalist devlete karşı hareket edebilmesidir.
Total örgütlenme özellikle bugünkü sendikal örgütlülüğün ulaşamadığı ve göz ardı ettiği örgütlü emek dışındaki kesimlere ulaşmanın, kavramanın ve işçi sınıfının organik bütünlüğünü yaratmanın vazgeçilmez yöntemidir. Aynı zamanda emeğin kapsamındaki genişlemeyi gören, bu genişlemeye uygun politikalar ve örgütsel araçlar yaratan bir yöntemdir. (8)
Fiili sendikal örgütlenme işçilerin sadece işyerinden kaynaklanan sorunları çerçevesinde değil, yaşam alanına ve toplumsal çevresine ilişkin sorunları da kavrar, bir bütünlük içinde bu alanlara müdahale eder, projeler üretir. İşsizleri, marjinal sektörü ve kadınları vb. kesimleri kavramak ancak bu kesimlere gidebilecek kanalları bulmak ve bu kanalları örgütlülükle bütünleştirmekle mümkündür.
Bunun yanı sıra fiili sendikal mücadele tüm toplumsal mücadele alanlarına yönelik politikalar geliştirebilmeli, bu alanların dinamiklerini kavrayabilmelidir. Yaşamın her alanına yönelik ekoloji sorunundan, her türlü ayrımcılığa kadar politikalar geliştirebilmeli, bu alanlardaki mücadeleleri kendi mücadelesiyle ilişkilendirmelidir.
Bu dinamiklerle ortak duruş ve mücadele hattı yaratabilmeli, bu dinamiklerin işçi sınıfı mücadelesiyle doğrudan bağlarını örme yönünde görevler yüklenebilmelidir. Ancak bunu başarabildiği noktada sermayenin pervasızca işçi sınıfına ve tüm ezilenlere yönelik baskı ve saldırıları boşa çıkartabilir. Yaratılacak radikal ve militan sendikal örgütlülükler, emeğin gücünü ve dinamizmini toplumsal mücadele içine aktarabilir. Bağımsız sınıf çıkarları zemininde geliştirilecek yeni dönemin sendikal örgütleri, sınıfın hızla şekillenmesini hedeflemelidir. Bu yönde işçilerin işyerindeki en küçük sorunundan, uluslararası gelişmelere kadar her konuda politikaların oluşturulması, uygulanması ve denetlenmesi aşamalarına bilinçli birer özne olarak katılımlarını sağlanmalıdır.
Bu anlamıyla sınıfın yanı sıra bütün güçlerin uzun vadeli ve ortak bir anlayış temelinde gerçekleştireceği emek cephesini yaratmak acil bir görevdir. Bu cephenin çekirdeğini total örgütlenmeyle yoğrulmuş sendikal hareket oluşturmalıdır.
Sendikalar; çalışma alanları ile yaşam alanlarının birlikteliğini sağlayan organizasyonlarla (işçi evleri, yoksullar arası dayanışma dernekleri, kolektif aşevleri, işçi-emekçi sağlık ocakları, alternatif eğitim merkezleri, alternatif kültür evleri, kadın aktivite merkezleri, çocuğu toplumsal bir özne olarak kabul eden alternatif bakım ve oyun alanlarıyla, alternatif ekonomik ilişkileri organize eden kooperatif örgütlenmeleri vb.) sadece işçilerin değil, işsizlerin, ev kadınlarının, esnafın, memurların, emeklilerin, engellilerin, çocukların; kısaca bütün emekçi katmanlarının örgütlenmesinde taşıyıcı bir işlev yüklenmelidir.
Açık ki; bu anlayışı geçmişin sendikal örgütlenme formlarıyla gerçekleştirmek mümkün değildir. Yeni süreç, geleceği bugünden kazanmak için, farklı toplumsal muhalefet kanallarında, kolektif somut karşı duruşlar hemen şimdi yaşama geçirilmeyi zorunlu kılmaktadır.
Bu, kitle inisiyatif alanlarının yaratılması, genişletilmesi; biriktiren, yayan, derleyen; tekrar biriktiren, tekrar yayan, tekrar derleyen bir tarzın, militan bir duruşun ve bir politik kültürün oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. İşçi sınıfının yaratıcı zenginliği ve tarihsel birikimleri yol göstericimizdir.
Dipnotlar:
(1) Uluslararası sermaye, 1970’lerde kapitalist, emperyalist sisteminin yaşadığı kar oranlarının düşme eğilimine karşı, kar oranlarını artırma arayışının bir ifadesi olarak üretimin dünya ölçeğinde değiştirmeye başladı. Bu değişimin en somut yansıması olan özelleştirme dalgası, kamu sektörünü parçalayarak ve giderek küçülten bir etkide bulundu. Taşeronlaşma, sektörün daralmasına neden oldu. Taşeronlaşma temel üretim alanlarına yansıdı. Kamu sektöründe farklı biçim ve şekillerde yaşanan özelleştirme sürecinin (parçalanma, küçülme, satılma, işletmenin özel sektöre satılması vb.) yanında özel sektörde de üretim birimlerinin ölçeklerinde küçülmeler yaşandı. Üretimin dünya çapında parçalanması, üretimin niteliğine bağlı olarak (emek yoğun ya da teknoloji yoğun oluşuna) bir ülkeden başka bir ülkeye kaydırılması şeklinde yukarıda sözünü ettiğimiz uluslararası iş bölümü üzerinde önemli değişimlere neden oldu.
(2) Bu esneklik sayesinde tasarımı ABD’de, finansmanı İsviçre’de yapılan bir ürünün bazı bölümleri Tayvan’da, bazı bölümleri Singapur’da üretilirken, pazarlanacağı Almanya’ya giderken, montajı kimi zaman gemide gerçekleştirilebilmektedir. Eğer üretim birimlerinden birisinde bir sorun çıkarsa, aynı iş, bir başka üretim birimindeki işçinin önüne konulabilmektedir.
(3) Ülkemizde ve yarı sömürge ülkelerde hâlâ çekirdek işgücü endüstriyel ilişkilerde kendini göstermektedir. Yaşadığımız coğrafyada farklı sektörlerde teknolojik yenilenmeler ve yeni emek yönetimine yönelik uygulamalar görülse de, etkileri sanayi işçilerine yansısa da metropol ülkelerde çekirdek işgücünde yaşanan niteliksel farklılaşmalar gerçekleşmemiştir. Türkiye’de işçi sınıfının asıl gövdesini emek yoğun ve hizmet sektörlerde çalışan işgücü oluşturmaktadır. Ayrıca unutulmaması gereken bir husus da kadın, çocuk, genç işçilerin giderek çekirdek işgücü içinde yer alması ve yoğunluğun artmasıdır.
(4) Örneğin bankacılık sektöründe “İnsansız Bankacılık” uygulamasına doğru hızla gidilirken, tekstilde kopusuz dokuma projeleriyle birlikte entegre tesislerin en azından bazı bölümlerinde insansız dokuma projelerinin denemeleri başlamıştır. Konfeksiyon sektöründe ütücülerin yerini buhar odaları almaya başlamıştır. Benzer örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
(5) “Fransa’da yapılan bir denemenin gösterdiği gibi, bugünkü teknolojiyle herkesi evinde tutarak iş dağıtmak mümkün. Yani tamamen iş yerine gitmeyi ortadan kaldıran, büro işlerinin evlerde yapılabildiği, fakslarla, bilgisayarlarla kurulmuş bir sistem işletilmiş ve ekonomik olarak da başarılı olduğu görülmüştür. Fakat sistem durdurulmuştur. Durdurulmasının sebebi, toplum içindeki sosyal yapı değişmesi. Teknoloji bir potansiyel taşır, ama toplumun mevcut güçler dengesi bu potansiyelin gerçekleştirilmesini engelliyor.” (İlhan Tekeli, Birikim, Sayı: 28).
(6) Bugün Türkiye’de yaklaşık 13 milyon çalışanın gerçek sayısı olarak 600-700.000’e yakın sendikalıyken, hemen hemen yarısı sigortasız çalışmaktadır. Bu durum sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde giderek yaygınlaşmaktadır. Bu işçiler, başta büyük kentler olmak üzere pek çok şehirde, küçük ve orta ölçekli sanayi sitelerinde “vahşi kapitalizm” koşullarında çalışmaktadırlar. Sigorta ve sendika hakkını kullanamayan bu işçiler, çeşitli baskı ve şiddete de maruz kalabilmektedirler. Bu işçileri resmi kayıtlarda bulabilmek mümkün değildir. Bunun yanı sıra Türkiye’de kapitalizmin biçimlenmesinin de etkisiyle, bu durum bilinçli olarak devlet tarafından görülmemekte, hatta teşvik edilmektedir. Kaçak işçiliğin ayrıca kendini en somut gösterdiği biçimlerden biri de taşeronluk sistemidir.
(7) Yeni sermaye birikim rejimlerinin etkisiyle giderek yapısal bir boyut kazanan işsizlerin de işçi sınıfının bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Marx’ın dediği gibi “emekçi kendisini sermayeye satmadan sermayeye aittir”. Bunun anlamı, işgücü üretim sürecinde var olan bir meta değil, onun dışında da bir metadır. İşgücünü satışa koymuş herkes alıcı bulup bulamadığına bakılmaksızın doğrudan işçi sınıfı içinde yer alır. Bu anlamda ücretli emeği doğrudan ilgilendiren işsizlik, kapitalizmin kendisinin örgütlediği bir yedek emek gücü ordusudur.
(8) Uluslararası sermayenin yeniden yapılanma sürecine bağlı olarak geçmişte farklı toplumsal katmanlar içinde yer alan kesimler günümüzde hızla proleterleşmektedir. Örneğin geçmişte ev kadınlığı yapan milyonlarca kadın bugün farklı istihdam ve çalışma biçimlerinde (evde, atölyede, belirli zaman dilimlerinde götürü ve geçici) olsa da ücretli iş konumundadır. İşgüçlerini satarak karşılığında ücret almaktadırlar. Ayrıca yakın döneme kadar kendi bağımsız ofisinde çalışan, sınıfsal anlamda küçük burjuva niteliğinde değerlendirebileceğimiz mühendis ve benzer meslek sahipleri, bugün giderek bir işverenin denetiminde daha kompleks bir ofiste grup halinde çalışarak kafa emeklerini (işgüçlerini) satarak ücret karşılığı çalışmaktadırlar. Bu gelişmeler bir yandan işçi sınıfının kapsamındaki genişlemeleri gösterirken, diğer yandan sınıfın heterojen yapısını da işaret etmektedir.

 

Yazar

Scroll to Top