Dünyada ve Türkiye’de Sendikal Hareketin Tarihi

Dünyada ve Türkiye’de Sendikal Hareketin Tarihi

  1. BÖLÜM
    DÜNYADA SENDİKALARIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

İnsanlık tarihinin gördüğü her üretim biçiminde işçi sınıfı yoktu. İnsanın insan tarafından sömürüsünün en yoğun, en yaygın ve “modern” bir biçimde yapıldığı toplum, kapitalist toplum oldu.

  1. yüzyılın sonunda kapitalizm ortaya çıktı. Buhanin bulunması, dokuma tezgâhlarının ve benzeri mekanik makinelerin yapılması, üretimin verimliliğini artırırken, büyük fabrikaların kurulmasını beraberinde getirdi. Çok sayıda işçi, tarımdan koparak fabrikalarda çalışmaya başladı.

Makineler ilk önce tekstil alanında kullanıldı. 1765 yılında ilk dokuma tezgâhı icat edildi. Bu tezgâhta aynı anda 16 pamuk ipliği gerilebiliyordu. Dokumacılıkta büyük gelişmeler kaydedildi. 1771’de ilk dokuma fabrikası kuruldu.

1748’de bir fabrikanın tüm tezgâhlarını çalıştırabilen ilk buharlı makine yapıldı. 1807’de ilk buharlı geminin yapımı bitirildi. 1814’te ilk lokomotif yapıldı. 1830’da dünyanın tüm demiryolları 320 km kadardı. 1835’te 8 bin, 1870’te 200 bin km’ye ulaştı. Demiryolları kapitalizmin yayılması ve sömürünün genişlemesine yol açtı. 1832’de hidrolik türbin, 1851’de biçerdöver, 1859’da petrol bulundu. 1872’de elektrik dinamosu, 1876’da ise telefon icat edildi. Bütün bu adımlar kapitalizmin “gelişimini” simgeliyordu. Bu gelişim, işçiler ve emekçiler için sefaletin birikmesi anlamına geldi. Burjuvazi için ise sermaye birikimi oldu. Kapitalizm, sermaye birikimini kan, gözyaşı ve ölüm üzerinden gerçekleştirdi.

Kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte toplum, sermaye sahipleri (kapitalistler) ve iş gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçiler olarak iki temel sınıfa bölündü. Kapitalistler, daha da büyüyebilmek ve gelişebilmek için işçileri mümkün olduğu kadar düşük maliyetle çalıştırmak istiyorlardı.

İş bulmak büyük bir nimetti. İşçi çok, iş alanı azdı. Bu durum işçi ücretlerinin olabildiğince düşürülmesine yol açıyordu. Üstelik, makinelerde çalışmak eskisi gibi hüner ve kol gücü gerektirmiyordu. Kapitalistler bu nedenle, daha ucuza çalıştırdıkları için çocukları ve kadınları tercih ediyorlardı.

İş bulmak kurtuluş değildi! 1800’lü yıllarda yaşama ve çalışma koşulları bugün hayal edemeyeceğimiz oranda ağırdı. O dönemde işçiler, hastalık ve kaza sigortası, emeklilik, yıllık ve haftalık izin, işten atılma tazminatı, iş güvenliği ve iş güvencesi gibi haklara sahip değillerdi. Günde 16 saat, bazen daha fazla çalışıyorlardı. İşçilerin yaşadığı bu ağır koşullar sık sık hastalanmalarına, sakat kalmalarına ve ölmelerine yol açıyordu.

Kapitalistler kadın, çocuk, yaşlı demeden işçilerin alın teri ve kanıyla sömürü çarklarını döndürüyor, zenginleşiyor, sermaye biriktiriyorlardı. Devlet, kapitalistlerin çıkarlarını korumaktan ibaret bir güvenlik örgütü gibiydi. İşçilerin en ufak bir hak talebi, büyük şiddet ve terörle bastırılıyordu.

Her şeye rağmen, işçiler yaşadıkları sefalete ve makineyle özdeşleşen kapitalist düzene karşı isyanlarını ortaya koydular. Sınıfsal tepki ve öfkelerini makineleri kırarak ve parçalayarak gösterdiler. Adına Ludizm denilen ve Makine Kırıcılar anlamına gelen bu ilk işçi hareketi, işçi sınıfının bilincine ve örgütlülüğüne önemli katkılarda bulundu. Ludizm, vahşi kapitalizme karşı işçi sınıfının ayağa kalktığını ve tahakküme karşı özgürlük tutkusunu gösteriyordu. Ludizm, sınıfın kolektif öfke ve kininin patlamasıydı. Yıkıcı gücün dışavurumuydu.

Devlet ve sermaye bu isyan hareketinden son derece korktu. Muazzam bir şiddetle eylem bastırılmaya çalışıldı. Adını, yaşayıp yaşamadığı hâlâ bilinmeyen, işçilerin efsanevi önderi Ned Ludd’dan alan Ludizm kitlesel bir harekete dönüştü. Devlet ve sermaye, hareketi ancak binlerce Ludisti idam ederek bastırabildi. Ama sınıf tarihinde Ned Ludd’un takipçileri dönem dönem ortaya çıktılar ve yıkıcı güçlerini gösterdiler.

İşçi sınıfının ilk örgütlenmeleri İngiltere’de görüldü. Kapitalizmin ilk ve en hızlı geliştiği bu ülkede, 1710’lar sonunda Londra’da 7 bin terzi, terziler derneğinin etrafında örgütlendi. Terziler 1720’de parlamentoya başvurdu. Ücretlerin artırılmasını ve iş gününün 1 saat kısaltılmasını istediler.

Kapitalizm bütün vahşiliğiyle gelişiyor, fabrikalar kuruluyordu. Bu, aynı zamanda işçilerin sayısının artması demekti. Benzer kederler yaşayıp aynı kaderi paylaşan işçiler yavaş yavaş sınıf bilinci kazanarak ortak davranma eğilimleri içine girdiler. İşçiler arasında birlik ve dayanışma duygusu gelişmeye başladı. İşçiler, önceleri dayanışma dernekleri ve yardım sandıkları kurmaya başladılar. Başlıca amaçları hastalık, kaza, işsizlik gibi her işçinin her an başına gelebilecek olaylara ya da olası bir ölüm sonrasında ölen işçinin eşinin dul, çocuklarının yetim kalmasına karşı üyelerine yardımcı olmaktı. İlk başta böylesi bir içerikte kurulan bu oluşumlar zamanla, ücretler ve çalışma koşullarıyla ilgilenmeye başladılar.

İşçi sınıfı, yaparak öğreniyor, öğrenerek de yapıyordu. Bir müddet sonra dayanışma dernekleri ya da yardım sandıkları, sendikal yapılara dönüştü. Dayanışma dernekleri veya yardımlaşma sandıklarının kurulmaları ve faaliyetlerini yürütmeleri kolay olmadı. Bu ilk işçi örgütlenmeleri işverenlerin ve devletin baskılarıyla karşılaştıklarından gizlice kuruluyor, faaliyetlerini de gizlice yürütüyorlardı. Benzer uygulamalar sendikalara karşı da uygulandı. Çıkarılan yasalarla sendikalar yasaklanmaya ve faaliyetleri durdurulmaya çalışıldı. İngiltere’deki 1799-1800 tarihli Birleşme Yasaları bunlardan biriydi. Yasa, sendikal faaliyet yürütenlerin ağır para cezasına çarptırılmasını içeriyordu.

Sendikalar ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktı. Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere, aynı zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya oldu. 18. yüzyılın ortasından sonra İngiltere’de sendikal oluşumlar görülmeye başlandı. İlk sendikalar meslek sendikaları biçiminde kurulsa da, yaygınlaşması ve bütün işçileri kapsaması uzun sürmedi.

Sendikaların doğmasıyla birlikte işçi sınıfının mücadelesi daha da gelişti. İşçiler, yaşama ve çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla taleplerini daha örgütlü ve ısrarlı savunur hâle geldiler. Yaptıkları her eylem bir birikim oldu. Her birikim yeni bir eylemin rahmine dönüştü. İşçiler, bu mücadele içinde taleplerini karşılamak istemeyen işverenlere karşı, bir mücadele silahı olan grevi keşfettiler. Bu tarihsel silah, sınıf bilincinin, birlik ve dayanışma duygusunun gelişmesine paralel olarak güçlendi. İşçi sınıfı bir başka silahı olan genel grevi ortaya çıkardı.

İngiltere’de 1824 yılında sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı. Bu durum sendikal hareketi geliştirse de siyasi iktidarlar sendikal faaliyetlere engeller oluşturmaya devam etti. Sendikaların lokal düzeyden çıkıp ulusal düzeyde örgütlenmesi de İngiltere’de oldu. 1831 yılında kurulan Emeklerin Korunması için Ulusal Dernek bu yönde atılmış ilk örgütlenme adımlarından biriydi. 1834 yılında Robert Owen Büyük Ulusal Sendikalar Birliği’ni kurdu.

Fransa’da da işçi hareketi gelişmekteydi. 1831’de Lyon, 1834’te Paris işçileri ekonomik ve politik amaçlı sert mücadeleler yürüttüler. Lyonlu işçiler taşıdıkları dövizlerde “Ya çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek” sloganını yazdılar. Tarihte Paris Komünü’nden önce 3 günlük komün deneyimini hayata geçirdiler. İşçi sınıfının iktidarı alabileceğini gösterdiler. Ama yeterince örgütlü değillerdi. Komünarlara karşı Lyon’a askeri birlikler gönderildi. Lyon işgal edildi. Lyonlu dokuma işçilerinin kitlesel grevi, direnişi ve komün deneyimi kanla bastırıldı.

Fransa’da işçi eylemleri bütün baskılara rağmen durmadan gelişti. 1847 yılında Avrupa’yı saran ticaret bunalımı Fransa’yı da şiddetli biçimde etkiledi. İşçi ücretleri %50-60 oranında düşürüldü. İşsizlik muazzam derecede arttı. 1848’de bunalımın yarattığı yıkıcı atmosfer sonucunda halk ayaklandı. Saraya saldırıldı. Bir dönemi ve monarşiyi simgeleyen kralın tahtı kitleler tarafından yakıldı. Cumhuriyet ilan edildi. Ama parlamentoya yine burjuvalar hâkimdi. “Çalışma hakkı” kabul edildi. Hayat koşullarında hiçbir değişikliğin olmadığını gören işçiler Haziran 1848’de ayaklandılar. Sosyal cumhuriyet istiyorlardı. Burjuvazi kendisi için bu tehlikeli gelişmeye karşı, yanına küçük burjuvaziyi ve köylülüğü alarak işçi sınıfının ayaklanmasını şiddetle bastırdı. Binlerce işçi askeri birlikler tarafından katledildi. Haziran 1848 Ayaklanması, işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı kolektif isyanını simgeledi. Ayaklanma, kapitalist sınıfa karşı tarihte yaşanan bu boyuttaki ilk net karşı duruştu. Ve yaşanan yenilgi, işçi sınıfının bağımsız-birleşik politik bir güç olmasının ne derece önemli olduğunu gösterdi. Burjuvazi önce işçi sınıfına karşı ittifak kurduğu küçük burjuvaziyi 1849 Haziran’ında tasfiye etti. Ardından köylülüğü bütünüyle etkisizleştirdi. Bu gelişme, tüm evrensel acıları bünyesinde taşıyan işçi sınıfının kurtuluşunun, aynı zamanda insanlığın kurtuluşu anlamına geldiğini gösterdi. Küçük burjuvazinin sınırlı radikalliğini ortaya koydu. Köylülüğün ancak proleter devrimle kurtulabileceği ortaya çıktı.

Aynı dönemde İngiliz işçileri de ayağa kalkmıştı. İşçiler genel oy hakkı için mücadele yürütüyorlardı. Bu yönde geniş protesto eylemleri, yürüyüşler ve mitingler yapıldı. Yine sınıf hareketinde son derece önemli bir atak olan Chartizm (Dilekçeciler) pratiği yaşandı. Chartistler, iş gününün sınırlandırılması, kapitalist mülkiyetin kaldırılması ve genel oy hakkını içeren bir dilekçe hazırladılar. Dilekçeye 3 milyon kişi imza attı (1842). Chartist hareketin birinci dalgası buydu, hareket üç dalga halinde gelişti. 1848’deki yeni dilekçeye 5 milyon kişi imza attı. Burjuvazi bu taleplerin bütününü görmezlikten geldi. Ama Chartist hareketin dalgasal gelişimi karşısında ürktü ve önlemler alma ihtiyacı duydu. Parlamentoda kadın ve çocuk işçilerin 10 saatlik iş günü hakkını tanımak zorunda kaldı (1847).

1848’lerde işçi hareketindeki yükseliş Almanya’yı da sardı. Almanya’da büyük işçi ve köylü ayaklanmaları yaşandı. On binlerce işçi ve köylü yoksulluğa, baskıya ve açlığa karşı isyan etti. Almanya’nın birçok coğrafyasında

İşçi sınıfı hakları için mücadeleye atıldı. Fakat karşı devrim süreci Almanya’yı da etkiledi. Ne Almanya’da, ne Fransa’da, ne de İngiltere’de işçi sınıfı iktidarı ele alabildi. Büyük yenilgiler yaşandı. Burjuvazi büyük toprak sahipleriyle el ele vererek Avrupa’da on binlerce işçinin kanını döktü. İşçi sınıfı birçok evladını yitirdi. Ancak bu yenilgilerden önemli dersler çıkardı. Daha çok bilinçlendi ve daha iyi örgütlenmesi gerektiğini anladı. Her şeyden önce burjuvazinin devrimci enerjisini tükettiği ortaya çıktı ve işçi sınıfının politik programının aciliyeti hissedildi. Sınıfın bağımsız, birleşik ve enternasyonal bir güç olmasının önemi yaşanarak görüldü. 1848’deki “Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.” şiarı manifestolaştı. Bu manifesto, işçi sınıfı için ideolojik ve teorik bir silaha dönüştü.

İşçi sınıfının enternasyonal birliği doğrultusunda en önemli adım 28 Eylül 1864’te Londra’da çeşitli ülkelerden gelen işçilerin toplanarak kurduğu Uluslararası İşçi Derneği ile atıldı. Bu örgütün diğer adı I. Enternasyonal’di. I. Enternasyonal, işçilerin uluslararası dayanışmasını ve birliğini savunuyor, hangi ülkeden olursa olsun tüm işçilerin kardeş olduğunu ileri sürüyordu. I. Enternasyonal, bir anlamda “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” şiarının vücut bulmasıydı. Uluslararası düzeyde işçilerin bilinçlenmesi ve sınıf bilincinin gelişmesinde önemli roller oynadı. Sarsıcı mücadeleler gerçekleştirdi. Burjuvaziye karşı sınıfın enternasyonal gücü oldu. Enternasyonal’in 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik iş günü çağrısı yapıldı.

1871’de işçiler Paris’te iktidarı ele geçirdi. 72 gün süren bu iktidar deneyimi Paris Komünü olarak anıldı. 72 gün boyunca Paris’te ne iktidar, ne devlet, ne baskı, ne de zulüm vardı. İşçiler, bu pratikleriyle hem üreten bir güç hem de yöneten bir güç olabileceklerini gösterdiler. Tarihteki 3 günlük Lyon komünlerinden sonra, 72 günlük Paris Komünü sınıfın kolektif ve yıkıcı bir güç olduğunu ortaya koydu. Ancak Paris Komünü egemen sınıflar tarafından büyük bir terörle bastırıldı. On binlerce komünar duvar diplerinde kurşuna dizildi.

İşçi sınıfı, grev komiteleri, yardımlaşma sandıkları gibi taban örgütlenmelerini geliştirerek daha kalıcı örgütlenmelere yöneldi. Sendikal örgütlenme bu mücadele içinde ortaya çıktı, sınıfın özörgütlülüğü olarak doğdu. Uluslararası burjuvazi, önce sendikaları tanımadı ve şiddetle ezmeye çalıştı. İşçiler, sendikal hakların tanınması için son derece çetin mücadeleler yürüttüler. Bu en temel hakkın kazanılması için ağır bedeller ödendi. Ancak bu süreç ikili bir karakterde gelişti: Evet, bir taraftan sendikalar sınıfın özörgütüydü, ama diğer taraftan sermaye anında bazı önlemler alıp sendikaların özörgütlenme özelliğini boşaltarak, onları korporatist ve bürokratik yapılara dönüştüren adımlar attı. En çok izlenen yöntem, sendikaların burjuva partilerin aparatı haline getirilmesi ve yöneticilerin, özellikle çalışma bakanı gibi hükümete alınması oldu.

Sert sınıf mücadelelerinin yaşandığı Fransa’da işçi sınıfı sendikal örgütlenme hakkını ancak 1884’te elde edebildi. Amerika Birleşik Devletleri’nde sendikal hareketin doğuşu 1860’lı yıllarda gerçekleşti. İşçi hareketine önemli katkıları olan Emeğin Şövalyeleri örgütü ise 1884’te kuruldu.

1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Şikagolu işçiler, düşük ücretleri, işçilerin örgütlenmesinin baskıyla engellenmesini ve iş gününün uzunluğunu protesto etmek amacıyla 8 saatlik iş günü talebiyle eylemler yaptılar. Eylemler, kapitalistler tarafından şiddetle bastırıldı ve birçok işçi yaşamını yitirdi. Yüzlerce işçi ise tutuklandı. İşçi sınıfı, bu katliamı ve genel grevi anımsatmak için 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan etti. O günden bu yana 1 Mayıs’lar kitlesel biçimde dünyanın her yerinde kutlana geldi. 1 Mayıs, işçi sınıfının taleplerini haykırdığı, gücünü dosta düşmana gösterdiği bir gün oldu.

Amerika’da ilk işçi konfederasyonu AFL (Amerikan Emek Federasyonu) 1881 yılında kuruldu. İlk sendikalar, meslek sendikaları olarak örgütlendi. Zamanla AFL içinde görüş ayrılıkları yaşandı ve bölünmeler oldu. CIO (Sanayi Örgütleri Kongresi) bu bölünmelerden biri olarak işkolu esasına göre örgütlenmeyi savundu. Bu iki yapı 1955’te tekrar birleşti. İngiltere’de 1868’de İngiltere Sendikalar Birliği (TUC) kuruldu. Fransa’da ise 1895’te Fransız Genel İş Konfederasyonu (CGT) faaliyetlere başladı.

Sendikalarla siyaset ilişkisi tarihsel süreç içinde değişik biçimlerde kendini gösterdi. Özellikle işçi sınıfının genel oy hakkını elde etmesiyle pek çok sendika siyasi parti kurma eğilimine girdi. Bugün Batı’daki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti sendikalar tarafından kurulmuştur.

Sendikalar 20. yüzyılda etkin örgütlenmeler haline geldi. Kapitalizm 1900’lü yıllara girerken yeni bir aşamaya gelmişti. Serbest rekabetçi dönem kapanmış, “kapitalizmin en yüksek aşaması” diye tanımlanan, aynı zamanda asalak ve çürüyen kapitalizm olarak adlandırılan “emperyalizm” çağı başlamıştı. Bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri, bazı büyük şirketlerin bir araya gelerek daha da güçlenmesi ve tekellerin doğmasıydı.

Kapitalizmin bu aşamasında işçi sınıfının üstündeki sömürü daha da arttı. İşsizlerin sayısı durmadan çoğaldı. Bir avuç tekelci kapitalist, zenginliklerine zenginlik katarken, emekçi yığınlar hızla yoksullaştı. Eski tip sömürgeciliğin yerini yeni tip emperyalist sömürgecilik aldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin tekelci şirketleri, “üçüncü dünya” ülkelerine sermaye yoluyla girerek, bu ülkelerin ekonomilerini kontrolleri altına aldılar. Elbette rekabet kalkmadı. Kapitalistler arasındaki rekabet daha üst boyutlara çıktı. Tekeller, dünya pazarlarını paylaşmak için kıyasıya bir yarışa girdiler.

Emperyalist tekeller arasındaki bu çekişme yüzünden I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşın asıl nedeni, dünya pazarlarının paylaşılmasıydı. Bu süreçte işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi de gelişti. 1910 yılında dünyada 9 milyon işçi sendikal örgütlenmeler içinde yer alıyordu. Bilinçli ve örgütlü işçiler savaşa karşı çıktılar ve barış istediler. Esas savaşın kapitalistlere karşı yürütülmesi gerektiğini savundular.

1912 yılında Fransız Genel İş Konfederasyonu (CGT) yaptığı olağanüstü kongrede, yaklaşmakta olan savaşın emperyalistler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını açıkladı ve savaşa karşı genel grev çağrısı yaptı. Bu eylemi de hayata geçirdi.

  1. Dünya Savaşı’nın son yıllarında Rusya’da işçi sınıfının diğer emekçi yığınlarla birleşerek iktidara gelmesi, 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli siyasal-toplumsal gelişme oldu. 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.

1918 yılında I. Dünya Savaşı bitti. Savaş sonrasında kapitalizm yeni bir gelişme gösterdi. Adına Fordizm de denilen bant ve yürüyen zincir sistemlerinin fabrikalarda yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmasıyla sömürüyü artırmanın yeni yolları hayata geçirildi. Bu gelişme, uluslararası tekellerin daha da güçlenmesini beraberinde getirdi. Ancak, kapitalizmin bunalımı bir süre sonra yeniden kendini gösterdi.

Uluslararası işçi sınıfının mücadelesi hızla gelişiyordu. 1920 yılında dünyada sendikalara üye işçi sayısı 50 milyonu bulmuştu. 1919-1920 yıllarında başta Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa işçi hareketi ayaktaydı. Ancak, işçi sınıfının iktidara yürüyüşü, yenilgiyle sonuçlandı.

1920’lerin ortalarına gelindiğinde İngiltere’de işçiler harekete geçiyordu. İngiliz işçi sınıfının 1926 yılında gerçekleştirdiği genel grev ülkedeki tüm toplumsal dengeleri sarstı. Grev, dünya işçi sınıfının mücadelesine yeni birikimler kazandırdı.

Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri yüzünden buhranlardan kurtulamıyordu. Bir avuç tekelin kar hırsı nedeniyle bir yandan kapitalizmin genel buhranı durmadan derinleşiyor, öte yandan her 10-15 yılda bir keskin bunalımlar patlak veriyordu.

1929 yılında kapitalist ülkelerde büyük bir ekonomik bunalım baş gösterdi. İşsizlerin sayısı olağanüstü büyüdü. Mal stokları yığılmıştı. Kapitalistler üretimi yavaşlattılar, yer yer durdurdular. Bu duruma karşın, geniş halk yığınları sefalet içinde kıvranıyordu. Ancak kapitalistler ve onların siyasi iktidarları, halkın satın alma gücünü yükseltmeye yanaşmıyorlardı.

1930’lu yılların sonuna doğru dünya hızla yeni bir savaşın eşiğine geldi. 1939’da II. Dünya Savaşı başladı. II. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni birincisiyle aynıydı. Dünya pazarlarının emperyalist tekeller tarafından yeniden paylaşılması…

Tekelci sermayenin en baskıcı ve en kanlı diktatörlüğü demek olan Faşizm, İtalya’da Mussolini ile, Almanya’da Hitler’le, İspanya’da Franco ile iktidardaydı. Büyük provokasyonlar düzenleyerek iktidarı ele geçiren faşist rejimler, geniş ordular kurdular ve istilaya giriştiler. Alman Nazi orduları 1939’da Avrupa’nın çeşitli ülkelerini işgale başladı.

Uluslararası işçi sınıfı hareketi, sendikaların yasadışı ilan edilmesine rağmen anti-faşist direnişte önemli rol oynadı. Avrupa’da Nazilerin işgal ettiği pek çok ülkede işçi sınıfı faşizme karşı direnişe geçti. Faşizm yüzünden milyonlarca insan can veriyordu. Ancak faşizmi kaçınılmaz bir yenilgi bekliyordu. Nazi Almanyası’na son öldürücü darbe 1 Mayıs 1945’te indirildi.

1945’te savaş bittiğinde faşizmin belkemiği kırılmıştı. İnsanlık, yaşadığı karanlık bir olaydan kurtularak, demokratik bir havayı solumaya başladı. 1945 yılında dünyada 64 milyon işçi sendikalarda örgütlüydü.

Yaşanan savaş ve etkileri, işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışmasını daha da güçlendirmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Daha savaşın içinde (1943’te) bu yönde İngiliz ve Sovyet sendikaları tarafından çalışmalar yürütülmeye başlandı. Bu yönde ortak bir komite kuruldu. Komite, ICFTU – Uluslararası Sendikalar Federasyonu’na dünya çapında bir kongre toplanması çağrısında bulundu.

Bu federasyonun kökleri, 1903 yılında kurulan Uluslararası Sendikalar Sekreterliğine dayanmaktaydı. Sekreterlik, 1913 yılında Uluslararası Sendikalar Federasyonu’na dönüştü. Federasyonun I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla faaliyetleri zorunlu olarak durdu. Yeniden faaliyete başlaması 1919 yılında gerçekleşti. Bu dönemde federasyonun Avrupa ve ABD’deki üye sayısı 18 milyona yaklaşmıştı. Bu sayı 1939’da 20 milyona ulaştı.

Böylesi bir gelişim süreci yaşayan Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun öncülüğünde 1945 yılında bir kongre toplandı. Şubat 1945’te gerçekleşen kongreye, 35 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden sendikalar katıldı.

3 Ekim 1945’te, Paris’te, 58 ülkeden 64 milyon işçiyi temsil eden 272 sendikanın katıldığı genel kurulda, Uluslararası Sendikalar Federasyonu feshedilerek, WFTU – Dünya Sendikalar Federasyonu kuruldu. Dünya Sendikalar Federasyonu, kapitalist ülkelerdeki sendikalar ile sosyalist ülke sendikalarını aynı uluslararası örgütün çatısı altında toplama başarısı gösterdi. Ancak uluslararası sendikal hareketin bu birlikteliği, ABD ve Sovyetler Birliği arasında 1947’de başlayan soğuk savaşla sona erdi.

  1. Dünya Savaşı sonrası, ABD emperyalizmi dünyanın efendiliğine soyunarak, uluslararası düzeyde hegemonik bir güç olma yönünde politikalar izledi. Ünlü Marshall Planı bu dönemde devreye sokuldu. ABD, Marshall Planı’yla Kıta Avrupa’sının savaş sonrasında ekonomik yeniden yapılanmasını sağlayarak, kendi egemenliğini pekiştirmeyi amaçlamaktaydı.

Bağımsız ve ilerici sendikalar, Marshall Planı’nın bir emperyalist politika olduğunu ve Sovyetler Birliği ve Avrupa ülkelerinin varlığına yönelik bir saldırı içerdiğini ileri sürerek, plana karşı tavır aldılar. Ancak Dünya Sendikalar Federasyonu içindeki ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar planı destekleyen bir tutum içine girdiler. Marshall Planı’na yaklaşım ve Soğuk Savaş politikaları uluslararası sendikalarda bölünmelere yol açtı.

1949 yılında ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar Dünya Sendikalar Federasyonu’ndan ayrılarak, yeni kurulan bazı sendikalarla birlikte ICFTU – Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurdular.

  1. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sendikal örgütlenmelerden biri de, 1946 yılında kurulan Uluslararası Hristiyan Sendikalar Konfederasyonu’ydu. Konfederasyon, 1920 yılında kurulan ve 10 ülkeden 3,5 milyon işçiyi temsil eden IFCTU – Uluslararası Hristiyan Sendikalar Federasyonu’na dayanmaktaydı. Örgütün adı, 1968 yılında yapılan kongresinde WCL – Dünya Emek Federasyonu olarak değiştirildi.

Soğuk Savaş dönemi içinde (1947-1990 arasında) uluslararası sendikal örgütlenmeler arasında ciddi sorunlar ve rekabet yaşandı. Soğuk Savaş’ın sendikal alana yansımasının bir sonucu olan bu durum, ağırlıkla kendini Dünya Sendikalar Federasyonu’yla Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu arasında gösterdi.

1990’lı yıllara kadar bünyesinde 11 uluslararası işkolu federasyonunu ve 206 milyon işçiyi barındıran Dünya Sendikalar Federasyonu, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşüyle hızlı bir zayıflama sürecine girdi.
2006 yılına kadar dünyada üç önemli uluslararası sendikal örgütlenme bulunmaktaydı. Bunlardan biri Dünya Sendikalar Federasyonu’dur. Diğerleri ise Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu ve Dünya Emek Federasyonu’ydu. Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu, 141 ülkeden 206 sendikal merkezde örgütlü 125 milyon işçiyi temsil ediyordu. Dünya Emek Federasyonu ise 113 ülkede 26 milyon civarında işçiyi temsil etmekteydi. Konfederasyona bağlı 9 uluslararası işkolu federasyonu bulunuyordu.
Dünya Sendikalar Federasyonu’nun etkisizleşmesiyle, sendikal aktivite ağırlıkla Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu tarafından yürütülürdü. İki konfederasyonun sendikal mücadele içinde yer yer işbirliği görüldü.
2006 yılında WCL ve ICFTU birleşti. ITUC yani Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu adını aldı. Türkiye’de DİSK, KESK, HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ ITUC’a bağlı konfederasyonlardır. 1 Ocak 2000 tarihinde iki uluslararası işçi örgütü birleşti. UNI Uluslararası Sendika Ağı’nı kurdu. UNI, 20 milyon üyeye sahip bir ağdır.

Kapitalizmin yeniden yapılandığı ve işçi sınıfına yoğun saldırılar gerçekleştirildiği günümüz koşullarında, uluslararası sendikal hareket ciddi bir kriz yaşamaktadır. Sendikal hareketin geleneksel refleksleriyle bu krizi aşması mümkün değildir. Sendikal hareket, sınıflar mücadelesinin yeni momentine uygun politikalar ve örgütlenme modelleri geliştirmelidir.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikal özgürlükler kısıtlansa da, binlerce sendikal aktivist üzerinde baskılar sürse de, hatta bazıları katledilse de, sendikalar işçi sınıfının en temel örgütlenmelerinden biri olmaya devam ediyor.
Unutulmasın ki, sınıflar mücadelesinin her momenti, farklı zenginliklerin ve yaratıcılıkların ortaya çıktığı süreçleri ifade eder. Şimdi görev, yaşadığımız yeni momentin ve 21. yüzyılın yeni işçi örgütlenmelerini yaratmaktır. İşçi sınıfının tarihi ve deneyimleri bugüne ışık tutmaktadır.

  1. BÖLÜM

TÜRKİYE’DE SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ

(CUMHURİYET ÖNCESİ)

Türkiye geç kapitalistleşen bir ülkedir. Türkiye’de sanayileşme Batı ülkelerinden daha sonra gerçekleşti. İlk fabrika 1835 yılında kuruldu. Türkiye işçi sınıfı, doğuşundan itibaren, yaşama ve çalışma koşullarını geliştirmek için mücadeleye başladı. Mücadele daha filizlenme hâlindeyken devletin açık saldırılarıyla karşılaştı.
1850’lerin ikinci yarısından sonra birçok devlet fabrikası kuruldu. İzmit Çuha Fabrikası, Hereke Fabrikası, Beykoz Askeri Donanım Fabrikası, Tophane Fabrikası, Bursa Mensucat Fabrikası, Balıkesir Aba Fabrikası, Bursa İpek İpliği Fabrikası, Beykoz Kağıt Fabrikası öne çıkan fabrikalardı. Ayrıca yabancı sermayeye dayalı bir dizi yeni fabrika da kuruluyordu. İşçi sınıfının sayısı giderek artmaktaydı.
1845 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi, işçi sınıfının örgütlülüğünü engellemeye yönelik ilk baskı yasasıydı. Nizamname, işçi derneklerinin yok edilmesini, topluca işi bırakanların cezalandırılmasını içermekteydi.
İlk fabrikanın kuruluşundan on yıl sonra çıkan bu düzenleme, Kıta Avrupa’sında burjuvazinin kazandığı deneyimlerin Osmanlı topraklarına yansımasından başka bir anlam taşımıyordu.
Osmanlı topraklarında sanayinin geliştiği sektörlere bakıldığında ve bu sektörlerde yabancı sermayenin belirleyici rolü görüldüğünde, daha embriyo hâlindeki işçi sınıfının üzerine sert önlemlerle gidilmesinin nedenleri de ortaya çıkmaktadır.
Fakat çıkarılan yasalar tarihsel ve toplumsal gelişimi engelleyemedi. Yasağa rağmen, işçi sınıfı bağımsız çizgisinde yürümeye, çeşitli eylemler ve örgütlenmelerle gelişmeye devam etti.
Osmanlı işçi sınıfı belki tarih sahnesine batı işçi sınıfından 150 yıl sonra çıkmasına rağmen, batı işçi sınıfının sermayeye karşı gösterdiği refleksleri gösterdi. Çünkü girilen kapitalist formasyon kendi sınıfsal antagonizmasını yaratmaktaydı. Osmanlı coğrafyasında görülen Ludist eylemler bunun somut örneği oldu. 1834’lerde Rumeli’de kurulan ilk makineli işyeri işçiler tarafından tahrip edildi. Bu eylemler 1845’ten sonra da sürdü. 1845’te Bursa’da kurulan buharlı fabrikada hiçbir işçi çalışmak istemedi. 1851’de, bugünkü Bulgaristan’da bulunan Samakov’da kadın dokuma işçileri mekanik tarağı tahrip ettiler.
İşçi sınıfının örgütlenme adımları da benzer oldu. Somut sorunlarını çözmek ve mücadeleyi örgütlemek için çeşitli taban örgütlenmeleri yarattı. Önce yardımlaşma ve dayanışma dernekleri kurdu. Grev komiteleri gibi mücadele organları oluşturdu. Birçok kaynakta 1871 yılında kurulduğu ileri sürülen ve ilk işçi örgütü olduğu iddia edilen Ameleperver Cemiyeti gerçek bir işçi örgütü değildi. Bu örgüt 1 Nisan 1866 tarihinde kurulmuş olan bir yardımsever dernekti ve gerçek adı Amelperver Cemiyeti’ydi.
Bilinen ilk işçi örgütlenmesi ise İstanbul’da Tophane Fabrikası’ndaki işçilerce gizli olarak kurulan Amele-i Osmani (Osmanlı Amele) Cemiyeti’dir (1894-1895).
Osmanlı topraklarında yapılan ilk grev ise 1872 yılında gerçekleşti. Beyoğlu telgraf işçilerinin yaptığı bu grev ücret sorunundan kaynaklandı.
İlk grev diye bilinen Kasımpaşa tersane işçilerinin grevi ise (23 Ocak) 1873’te gerçekleşti. Kasımpaşa tersanesinde çalışan 600 işçi, ücretlerini alamadıklarından dolayı greve başladı. İşçiler grevi başarıyla bitirdiler.
1872-1887 arasında 10 grev, 1878-1880 arasında 10 grev, 1881-1907 arasında 3 grev gerçekleşti. 1872’den 1908’e kadar II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönemde, 23 grev olayı yaşandı. Bu grevler ağırlıkla tersanelerde, demir ve deniz yollarında, mağazalarda, tütün işletmelerinde gerçekleşti. Ücretlerin düşüklüğü, ustabaşı baskıları ve hafta sonu tatil talepleri grevlerin nedenlerini oluşturdu. 1876’da İzmir’de terzihane grevinde grev komitesinin kurulması dikkat çekti. 1879’daki yapı işçilerinin gerçekleştirdiği grevde ise ilk defa iş saatlerinin kısaltılması istendi.

1908 yılı Temmuz’unda II. Meşrutiyet ilan edildi. Yani padişahın mutlak iradesi, yerini aynı zamanda meclisin de bulunduğu meşruti bir rejime terk etti. Bu dönemde kısıtlı da olsa demokratik bir gelişme söz konusuydu. 1908 yılının bir diğer özelliği, emperyalizmin Türkiye’de önemli ölçüde kök salmış olmasıydı. Birçok yabancı şirket, çeşitli alanlarda faaliyet gösteriyordu. Sanayi merkezlerinde çalışan işçilerin sayısı 100 binin üzerine çıkmıştı.

1908 yılının Ağustos ve Eylül ayları grevlerle geçti. İki ay içinde yaklaşık 30 grev gerçekleşti. İstanbul ve İzmir tramvay işçileri, Selanik tütün işçileri, Anadolu demiryolları, Rumeli ve Aydın demiryolu işçileri, sigara kâğıdı işçileri, Selanik tramvay ve deri işçileri, Feshane ve Hereke dokuma işçileri, Ereğli kömür işçileri başta olmak üzere, birçok sektörde zincirleme grevler yaşandı. Ülkeyi bir grev dalgası sardı. Grevlerin bir kısmı yabancı sermayeye ait işyerlerindeydi. Yabancı sermaye bu grevlerin engellenmesini istedi. Grevleri yasaklayan Polis Nizamnamesi yürürlükteydi ancak bu yeterli olmadı. Zamanın iktidarı daha güçlü bir mevzuata ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç, Tatil-i Eşgâl Kanunu Muvakkat ile karşılandı.

Bu kanun, kamu hizmetlerinde çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasakladı. Grevleri yasaklamasa da sınırlamalar getirdi. Greve çıkabilmek, bir ön uzlaşma sürecinden geçme koşuluna bağlandı.

1909 yılında 31 Mart Olayı üzerine ilan edilen sıkıyönetim, iktidarın işçi sınıfı üzerinde çeşitli kısıtlamalar getirmesine uygun zemin hazırladı.

  1. Dünya Savaşı sırasında çalışma koşulları oldukça ağırlaştı ve işçi mücadelesinde gerilemeler görüldü. Bunun başlıca nedeni, Balkan Savaşı’nın yıkıcı etkileri ve I. Dünya Savaşı’nın yarattığı olumsuz koşullardı. İttihat ve Terakki Hükümeti, şiddetli gerici politikalarıyla terörize bir ortam yarattı.

Osmanlı işçi sınıfının kalifiye kısmı, Rum, Ermeni ve Yahudi işçilerden oluşmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin gelişimi komprador bir karakter taşıyor ve kozmopolit bir özellik sergiliyordu. İşçi sınıfı da kapitalizmin gelişim özelliklerine bağlı olarak kozmopolit bir nitelikteydi. İttihat ve Terakki’nin emperyalizmle girdiği angajmanlar ve ulus devlet yaratma projesi kapsamında yapılan operasyonlardan en çok işçi sınıfı etkilendi. Osmanlı işçi sınıfının taşıyıcı gücü olan Rum, Ermeni ve Yahudi işçiler, Balkan Savaşı ve sonrası bir dizi faşist karakterli organizasyonla sistematik olarak tasfiye edildi. Balkanlarda ulus devletlerin kurulması bu süreci hızlandırdı. İşçi sınıfı içinde milliyetçi eğilimler yaygınlaştı. Böylece sınıf, etnik, dini ve milli farklılıklar üzerinden kutuplaştırıldı. Kalifiye işçilerin tasfiyesi sonucunda, vasıfsız, kuşaklararası bağları kopmuş ve çeşitli ideolojik karmaşalar yaşayan bir sınıf ortaya çıktı. Türk kökenli işçilerin büyük bir kısmı vasıfsızdı, hatta yarı proleter özellikler gösteriyordu. İşçilerin toprakla bağlarının devam etmesi, tamamen kopmamaları, ağırlıklı olarak ilk kuşak işçi olmaları, işçilik geleneğinin ve bilincinin yerleşmesini engelledi.

İşçi sınıfı için büyük bir kazanç olan, ilk 1 Mayıs’lardan beri görülen Türk, Ermeni, Rum, Yahudi ve Kürt kökenli işçilerin enternasyonal birliği ya da kozmopolitizmden enternasyonalizme hızlı geçiş özelliği yitirildi. Sınıfın etnik, dini, milli ve siyasi ayrımları belirginleşerek, ortak sınıf kimliğinde buluşma şansı kayboldu. Bu gelişmeyi, Türkiye işçi sınıfının yaşadığı ilk önemli atomizasyon süreci olarak değerlendirebiliriz. 1923 sonrasında az sayıdaki kalifiye işçilerin memur yapılmasıyla ikinci atomizasyon süreci yaşandı. İşçi sınıfı uzun süre kendi organik parçasıyla bir araya gelemedi. Bu süreç, işçi-memur ayrımında kendini somutlaştırarak uzun yıllar devam etti.

  1. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, İstanbul ve çevresinde sendikal faaliyetlerde yeniden bir canlanma görüldü. 1919 yılından itibaren işgal altındaki İstanbul’da çeşitli sendikalar kuruldu. Bunların bir kısmı siyasi yönlendirme altındayken, bir kısmı işverenler tarafından kontrol ediliyordu, bir diğer kısmı ise sınıfın bağımsız gücüyle hareket eden sendikalardı.

İstanbul’daki işgal kuvvetleri arasındaki ilişkiler ve bu kuvvetlerin kendi ülkelerinde sendikal hakların tanınmış olması, sendikaların faaliyetlerini kolaylaştırdı. Ayrıca savaşların çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırması, sendikalara olan ihtiyacı artırmıştı. Bu ve benzeri sebeplerle, 1919-1922 yılları arasında sendikalar kuruldu ve önemli grevler ile grev dışı eylemler gerçekleşti. Tütün İşçileri Grevi, Kasımpaşa Tersane İşçileri Grevi, Tünel İşçileri Grevi, İstanbul Tramvay İşçileri Grevi, Çatalca Demiryolu İşçileri Grevi, Zonguldak Maden İşçileri Grevi, Bomonti Bira Fabrikası İşçileri Grevi, İzmir İncir Toplama İşçileri Grevi, Aydın Demiryolu İşçileri Grevi, İstanbul Matbaa İşçileri Grevi ve Şark-Simendiferleri İşçileri Grevi dikkat çekici grevlerdi. Özellikle Şark-Simendiferleri işçilerinin grevi öne çıktı. Çalışan 1.400 işçiden 1.200’ü greve katıldı ve grev 10 gün sürdü. Grev sonunda taleplerin büyük bir kısmı kazanıldı. En önemli kazanımlar, günlük iş süresinin 8 saate indirilmesi, ücretli hafta tatili, iş kazalarına uğrayanların tedavi süresince gündeliklerinin ödenmesi ve grev öncesinde işten çıkarılan demiryolu makasçılarının işe alınması oldu.

Bu süreç, işçi sınıfının mücadelesini geliştirici etkiler yarattı. İşçi sınıfı hem siyasi, hem ekonomik, hem de demokratik örgütlenmelere yöneldi. 1919 ve 1920 yıllarında sosyalist partilerin kurulması, Anadolu’da çeşitli sosyalist oluşumların doğması bu süreci etkiledi. Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi, Anadolu topraklarında da etkisini gösteriyordu.

 

CUMHURİYET DÖNEMİ: 1923-1946 YILLARI

Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti, dönemin “yeni dünya düzenine” uygun biçimde şekillendi. 1919-1923 arasında Anadolu coğrafyasındaki gelişmeler, Ekim Devrimi’nin muazzam etkisiyle, 1919 yılında Şefik Hüsnü’nün önderliğinde kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, 1920’de Mustafa Suphi önderliğinde Bakü’de kurulan TKP, Kuvayı Seyyare ve Çerkes Ethem faktörü, Yeşil Ordu’nun varlığı, Halk İştirakiyun Fırkası’nın kurulması gibi son derece ilginç ve büyük olanakları içinde taşıyabilirdi. Ne var ki, dönemin yerel ve uluslararası güç ilişkileri, farklı bir sürecin yaşanmasına olanak tanımadı. Türkiye Cumhuriyeti, jeopolitik olarak Bolşevizm ile emperyalizm arasında bir tampon ülke olarak konumlandı. Bu konumlanış, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anlamda kuruluş zeminini yarattı. 1923 ile 1945 arasındaki dönem, Türkiye’nin birinci jeopolitik dönemi olarak tanımlanabilir.

1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresi, bir anlamda Türkiye’nin izleyeceği yolu — kalkınma yolunu — belirliyordu. Türkiye’nin izleyeceği yol kapitalizm olarak kararlaştırıldı. İzmir İktisat Kongresi’nde işçi sınıfını, İstanbul Amele Birliği adında mevcut iktidarın denetiminde olan sahte bir işçi derneği temsil etti. Bu dernek, kongrede “sermaye düşmanı olmadığını ve yabancı sermayenin yararlı olduğunu” açıkladı. Dernek, daha sonra Zonguldak Amele Birliği, Balya-Karaaydın Amele Birliği ile birleşti ve Türkiye Amele Birliği adını aldı. Türkiye Amele Birliği, varlığını ancak 1924 yılının ilk aylarına kadar sürdürebildi. Aslında bu derneğin kuruluşu bir devlet aklının ürünüydü. 1845’lerden beri gelen sınıfı baskı altına alma ve kontrol etme anlayışının bir yansımasıydı. 1912-1919 arasında sınıfın yaşadığı atomizasyon derinleştirildi. Zaten Cumhuriyet döneminde kalifiye özellik taşımayan, kuşaklararası bağı kopmuş, işçi kimliği zayıflamış, bir kısmı yarı proleter karakter gösteren işçi sınıfı daha baştan ideolojik manipülasyonlara sokularak felç edilmek istendi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında işçi sınıfının sendikal arayışları her şeye rağmen devam etti. 1924 yılında kurulan Amele Teali Cemiyeti, bünyesinde birçok sendika öncesi yapıyı topladı. Cemiyet, özellikle 1924 ve 1926 yılları arasında birçok işçi eyleminde önemli roller üstlendi, grevleri destekledi, grevci işçilere maddi yardımda bulundu. Mücadeleyi yönetmeye ve yönlendirmeye çalıştı. 1925 yılında üye sayısı 30 bin işçiyi aştı. Aynı yıl gerçekleştirdiği toplantıda (14 sendikadan 150 delege katılmıştı) iş yasası tasarısı hazırlanması kararı alındı. Bu yönde bir komisyon oluşturuldu ve taslak kısa sürede hazırlandı. Taslakta haftalık iş saatinin 46 saatle sınırlandırılması, sendikaların varlığının hukuksal olarak tanınması, toplu sözleşme hakkının devreye girmesi gibi önemli maddeler bulunuyordu. Ayrıca 1 Mayıs’ın işçi sınıfının bayramı olarak kabul edilmesi cemiyetin en önemli istemlerinden biriydi.

Ülkenin doğusunda patlak veren Şeyh Said İsyanı’nın hemen ardından, 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla “sükûnu sağlamak” üzere hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütleri yasaklandı. Daha önceki yıllarda işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs da 1925’te yasaklandı. 1 Mayıs, 1935 yılında çıkarılan bir kanunla “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan edildi.

İşçi sınıfı, 1926-1929 yılları arasında başta demiryolları işçileri olmak üzere, tramvay, liman işçileri önemli grevler gerçekleştirdi. 1926 yılında Doğu Demiryolları İdaresi’ndeki işçiler, ücretlerin indirilmesine ve iş gününün uzatılmasına karşı grev komitesi oluşturdu. Yazdıkları talepler dilekçesine sendika üye sayısının aşağı-yukarı altı misli imza atıldı. 1926 yılında deniz işçileri greve çıktı. Grev şiddetle bastırıldı. Aynı yıl hamallar ve liman işçileri de greve gitti. 1927 yılında Adana-Nusaybin işçileri greve çıktı. 850 işçi 20 gün grev yaptı. Fransız şirket, grev kırıcılarıyla trenleri çalıştırmak istedi. İşçiler, eşleri ve çocuklarıyla birlikte rayların üzerine yatarak trenlerin çalışmasını engelledi. Daha sonra askeri birlikler greve müdahale etti ve grev kanla bastırıldı. Grevci işçilerin birçoğu tutuklandı. 1927 yılında Amele Teali Cemiyeti önderliğinde 1 Mayıs, 2.000 işçinin katılımıyla kutlandı. 1 Mayıs kutlaması cemiyetin binasının önünde oldu. Aynı yıl içinde cemiyet yasadışı ilan edildi. Cemiyetin yönetim kurulu ve 150 militani tutuklandı. Dernek binasına el konuldu. Cemiyet dağıtıldı. 1926-1927 yılında işçi sınıfının sayısı 250 bin civarındaydı.

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun bütün engellemelerine rağmen, 1929 yılındaki çeşitli işçi örgütlenmeleri varlığını sürdürmeye çalıştı. Bu dönemdeki birlik ve derneklerin üye sayısı şöyleydi: Zonguldak’ta bulunan Maden İşçileri Birliği’nin 8.000 üyesi vardı, tütün işçileri 4 birlik içinde örgütlenmişti (ülke çapında 25 bin tütün işçisi bulunuyordu), bu birliklerin toplam üye sayısı 5.000’e ulaşmıştı, 4 büyük demiryolunda örgütlenmiş üye sayısı 3.800’dü, Ankara’da harp sanayide çalışan işçilerin ancak 800’ü örgütlüydü, İstanbul’da 950 tramvay işçisi, 9 bin hamaldan, 3 bini, 3 bin liman yükleme işçisinden bini örgütlüydü. İşçi birlikleri ve derneklerinde sınıfın toplam sayısının ancak 45 bini örgütlüydü.

Sınıfın en örgütsüz kesimini ise tarım işçileri oluşturuyordu.

1929 Dünya ekonomik krizinin Türkiye’ye yansımaları şiddetli oldu. Ekonomik bunalım yıllarında sınıfa yönelik baskılar artırıldı. Yaşanan krizin yükü ve sarsıcı etkileri işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin üzerinden kaldırılmaya çalışıldı. Bu süreç, uluslararası boyutta İtalya ve Almanya’da işçi hareketinin yenilgisiyle birlikte faşizmin yükseliş süreciydi. Bir iktidar yürüyüşü olan Roma Yürüyüşü sonrası, 1920’de iktidara gelen faşist Mussolini, İtalya’da faşizmin “Demir Ökçe”sin hâkimiyetini kurmuş, emperyal ataklara başlamıştı. 1929 krizinin yarattığı katastrofu bir örgütlenme zemini olarak kullanan Hitler faşizmi de hızla iktidara tırmanıyordu. Japonya, emperyalist ve militarist bir güç olarak uzak Asya’yı kendi sömürge hinterlandında değerlendirip, işgal politikaları izliyordu. Dünyadaki bu faşist dalganın gelişimi Türkiye’de de etkisini gösterdi. Faşizan uygulamalar hayata geçirildi. Özellikle İtalyan ve Alman faşizminin etkileri siyasal yaşamda kendini dışa vurdu. İşçi sınıfının maksimum sömürüsüne yönelik uygulamalara girişildi. Sınıfın her düzeydeki örgütlenme girişimi şiddetli baskılarla karşılaştı.

1931 yılında her düzeydeki baskıya rağmen işçi sınıfı sık sık protesto eylemleri gerçekleştirdi. Yasaklamalara rağmen 1 Mayıs etkili şekilde kutlandı. Özellikle İstanbul’da grevler yaşandı. Tütün işçilerinin ve liman işçilerinin grevleri dikkat çekti.

1932 yılında İstanbul’da Fransız tütün fabrikasında gerçekleşen grev, sınıf hareketine moral verdi. Aynı yıl İzmir incir fabrikalarında 2.000 işçi greve gitti.

1933’te Seyr-i Sefain adlı denizcilik şirketinde çalışan işçiler ve denizciler büyük çapta grev gerçekleştirdi. Tütün ve mensucat işkolunda çeşitli gösteriler yapıldı.

İşçi eylemlerine karşılık burjuvazinin saldırıları ve baskısı da artmaktaydı. Ceza Kanunu’nda yapılan yeni düzenlemeler faşizmin Türkiye’deki yansımalarının bir göstergesi oldu. Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle de, örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan yasaklar pekiştirildi. Mussolini’nin iktidarda olduğu faşist İtalya’da Zanardelli Kanunu adıyla anılan kanundan aynen aktarılan Türk Ceza Kanunu’nda iki defa değişiklik yapıldı. 1933’te yapılan değişiklikle, grevleri teşvik edenler için ağır cezalar getirildi. 1936’da yapılan değişiklik ise 141. ve 142. maddelerin ceza yasasına girmesi yolundaydı. Sendikalar dâhil, her türlü sınıfsal örgütlenme ve propaganda yasaklanıyordu.

1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla sendikaların yerine işçi temsilcilikleri getiriliyordu. Zamanın Bakanı Recep Peker’in bu yasayı takdimi dönemin atmosferini göstermesi açısından önemlidir: “İş Kanunu ile yurttaşların sınıflara ayrılmasına karşı bir kale duvarı örüyoruz. Yeni İş Kanunu, sınıfçılığın doğmasına ve yasamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir.

1938’de Cemiyetler Kanunu çıkarıldı. Cemiyet kurmak serbest oldu. Ancak sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması yasaktı. Yani her türlü cemiyet kurulabilirdi; fakat işçi örgütü kurulamazdı.

1938-1939 yılları arasında işçilerin hayat standartları son derece düştü. O günkü istatistiklere göre, 5 kişilik bir ailenin ortalama gideri İstanbul’da 54 lira 36 kuruşken, Ankara’da 57 lira 76 kuruştu. İşçilerin ise ortalama aylık ücreti 26 lira 78 kuruştu.

Kadın ve çocuk işçilerin ücreti erkek işçilerden %25-30 oranında düşüktü. İşyerlerinde çalışanların yarıya yakınının kadın ve çocuk olduğu düşünülürse, sömürü oranının boyutu kavranabilir. Bu dönemde kadın ve çocuk işçilerin çalıştırılma oranı hızla arttı.

1939’da başlayan II. Dünya Savaşı boyunca işçiler için zorunlu fazla mesai uygulaması getirildi. Çalışma koşulları daha da ağırlaştı. 1936-1945 yılları arasında çalışma süreleri uzatılarak, 14 saate yükseltildi. Angarya sistemi uygulandı. 1938’de başlayan ücretlerdeki düşme eğilimi savaş yıllarında artmaya devam etti. Bir dizi işçi düşmanı ve baskıcı yasalar gündeme getirildi.

1932 yılında Türkiye’de işçi sınıfının sayısı 360 bindi. Bu sayı 1939’da 538 bine, 1945’te ise 700 bine ulaştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünya işçi sınıfının ve faşizme karşı güçlerin zaferle çıkmasından sonra, 1946 Haziran’ında Cemiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak, sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması serbest bırakıldı. İşçilerin sendika kurma özgürlüğüne kavuşmalarıyla ortaya çıkan çok sayıda sendika, iktidarı telaşa düşürdü. 1946 Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim, bütün işçi kuruluşlarını kapatma ve yöneticilerini mahkemeye verme kararı aldı.

1925-1946 döneminde işçilerin üzerindeki bu baskıların yanında, yaşanan konjonktürün etkileri ve sınıfın bazı özellikleri, sendika kurma doğrultusunda güçlü bir eğilimin doğmasını engelledi. Bu etkenleri kısaca belirtirsek: Trablus ve Balkan savaşlarının ardından I. Dünya Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ülkeyi ekonomik olarak çökme noktasına getirmiş, on binlerce genç bu savaşlarda hayatını yitirmiş, birçok insan savaşlar süresinde hastalıktan ölmüştü. Bu yıllarda nüfus az, toprak çoktu.

Yine o yıllarda vasıflı bir işçi kolaylıkla kendi dükkanını açabiliyor, eli kürek ve saban tutabilen bir kişi kolayca toprak sahibi olabiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde vasıflı işçilerin büyük bölümünü oluşturan Rumlar ve Ermeniler savaş sonrasında ülkeyi terk etmişlerdi.

Sendikaların genellikle vasıflı işçiler tarafından kurulduğu düşünülürse, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, işçi sınıfının içindeki en nitelikli, becerili ve vasıflı kesimler “memur” adı altında ayrıldı. Bu kesime, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu ve sonrasında kabul edilen bazı kanunlarla ayrıcalıklar tanındı. Bu kanunlarla memur olan kişinin hayatı güvence altına alınmış oluyordu.

İşçi sınıfının en eğitimli ve becerili kesiminin “memur” adı altında bölünerek, önemli ayrıcalıklar olan “işçi aristokrasisi”ne dönüştürülmesi, sendikalaşma eğilimini ciddi biçimde geriletti.

Bu yıllarda işçi sınıfının önemli bir kesimi kamu işletmelerinde işçi olarak çalışıyordu. Kamu kesimi işyerlerinde işçilik yapmak da belirli bir ayrıcalık olarak görüldü. Kamu sektöründe yeni fabrikaların açılması, işçi ihtiyacını beraberinde getiriyordu. Bu fabrikalara işçi alabilmek ve işyerinde tutabilmek için işçilere iş yönetmelikleriyle düzenlenen bazı haklar tanınmak zorunda kalındı. Kamu işyerlerinde hukuk dışı uygulamaların nispeten azlığı (ya da dikkat edilmesi) yasaların işçi lehine olan hükümlerinin büyük ölçüde uygulanmasını beraberinde getirdi. Bu ve benzeri özellikler, kamu kesiminde çalışan işçilerde bilinçlenme ve örgütlenme anlamında bazı yanlış anlamalara neden oldu.

Ayrıca bu dönemdeki işçilerin önemli bir bölümü ilk kuşak işçiydi. Sendikal mücadele geleneği ve alışkanlığı yoktu. İşçi sınıfı 20. yüzyılın ikinci yarısına bu birikim ve özellikleleriyle girdi.

1946’DAN 1960’A

Türkiye işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi yanında, dünya işçi sınıfının kazanımları ve II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ve Mussolini İtalya’sının yenilmesinin uluslararası düzeyde yarattığı demokratik atmosfer, egemen sınıfları sendika kurma hakkını tanımak zorunda bıraktı. Sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırıldı. 1946 yılında kurulan Fasıla Bakanlığı’nın hazırladığı taslağın kabulüyle, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Sendikalar yasal olarak tanındı.

1947 yılında 5018 sayılı İşçi Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun, iki İngiliz uzmanının tavsiyeleri göz önünde tutularak hazırlandı. Yasa, sendikaları tanısa da, sendikalara toplu sözleşme ve grev hakkı tanımayarak, onları temel işlevlerinden yoksun bırakmaktaydı. Ayrıca sendikaların siyasal faaliyet yürütmelerine önemli yasaklar getiriyor, sendikaların uluslararası kuruluşlara üye olmaları Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanıyordu. Yasa bir anlamda sendikaları siyasi iktidarın denetimi altında tutmayı amaçlamaktaydı. Yine de yasa, istenilen sendikaya üye olunmasını ve aynı işkolunda birden fazla sendika kurulabilmesini güvence altına almaktaydı.

Yasanın çıkmasından sonra uzun süre sendikal örgütlenmelere karşı çıkan CHP, bu tavrını hemen değiştirerek (!) İşçi Bürosu adı altında bir örgütlenmeye gitti. CHP, bu büro aracılığıyla sendikaları kendi paralelinde örgütlemeyi hedefledi. Özellikle İşçi Bürosu aracılığıyla kamu kesimi işyerlerinde sendikaları örgütlemeye başladı. CHP, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin önünde engel olarak, kendi güdümünde ya da etki alanında sendikalar oluşturmaya çalıştı. Çalışma Bakanlığı’nın kasasındaki ceza paralarından sendikalara kaynak aktardı.

Sendikaların masa ve sandalye ihtiyaçları Halkevleri ve benzeri kuruluşlardan karşılandı. Yeni kurulan sendikaların tüzükleri bu kuruluşların tüzükleri örnek alınarak hazırlandı. İşçi yardımlaşma dernekleri vb. kuruluşların bazıları sendikalara dönüştürüldü.

1946 yılı ve sonrasında kurulan sendikalar ağırlıklı olarak işyeri sendikalarıydı. Bir kısmı ise belirli yerlerdeki ya da yörelerdeki işçileri örgütleyen yerel sendikalardı. Bu yapılar aynı zamanda iki tür üst örgütlenme içinde oldular. İşkolundaki sendikalar federasyon örgütü içinde yer alırken, aynı bölgede ya da yörede farklı işkollarında faaliyet yürüten sendikalar ise sendikal birlikler içinde yer aldı.

Örneğin, çeşitli illerde kurulan taşıt işçileri sendikaları, Türkiye Taşıt İşçileri Federasyonu altında bir araya gelirken, yine farklı illerde örgütlenmiş tekstil işçileri TEKSIF’i kurdular. Sendikal birlikler içinde öne çıkan yapı ise İstanbul İşçi Sendikaları Birliği oldu.

Bu sendikal oluşumların 1946-1952 yılları arasında yürüttüğü çabalar, 31 Temmuz 1952’de Türk-İş’in kurulmasını sağladı.

1945’ten sonra en göze çarpan gelişmelerden biri de, çeşitli siyasi partilerin kurulması oldu. Türkiye’de II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan nispi demokratik ortamın ürünü olan bu gelişme sonucunda DP, TSP (Türkiye Sosyalist Partisi) ve TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) gibi siyasal yapılar kuruldu.

1945 yılında kurulan DP, CHP’ye karşı muhalefetteyken her ne kadar toplu sözleşme, grev hakkı ve geniş özgürlükler vaat etse de, hatta programına alsa da, iktidara geldiğinde vaatlerinin hiçbirini yerine getirmedi. Bu da yetmezmiş gibi, sendikal faaliyeti kendi denetimi altına almak yönünde politikalar izledi.

CHP’nin izlediği politikalar da oldukça ilginçti. İktidarda olduğu dönemde grev hakkına şiddetle karşı çıkan CHP, 1950 yılında iktidardan düşmesiyle birlikte grev hakkını savunmaya başladı. Hatta grev hakkını programına alarak işçi sınıfına yakın gözükmeye çalıştı.

DP, CHP ve daha sonra birçok siyasi parti, sayısal olarak giderek büyüyen işçi sınıfına bir oy deposu ya da potansiyel seçmen kitlesi olarak yaklaştı. Bu partiler, sınıfın her türlü bağımsız örgütlenme ve mücadele çabasını bir taraftan engellemeye çalışırken, diğer taraftan çeşitli vaatlerle işçi sınıfını kandırmaya ya da yanıltmaya çalıştı.

DP, ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve tefeci tüccar sermayenin çıkarlarını temsil ediyordu ve Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinde aktif bir rol oynayacaktı. DP iktidarı döneminde emperyalist (ekonomik ve askeri) kuruluşlara girildi. IMF ve Dünya Bankası’na üye olundu. Kore Savaşı sonrasında Türkiye’nin NATO’ya üyeliği kabul edildi. Böylece Türkiye Soğuk Savaş’ın Ortadoğu’daki ileri karakolu gibi mevzilendirildi. Ortadoğu’da küçük bir NATO olan CENTO’nun kuruluşuna aktif katıldı. Ayrıca jeopolitik açıdan SSCB’yi kesen bir blok olarak konumlandırıldı. Bu konumlanış tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Soğuk Savaş’ın tampon ülkesi olması itibarıyla ikinci jeopolitik konumlanışıdır.

1938-1939 yıllarından 1953-1954 yıllarına kadar Türkiye’nin borcu 543 milyon liradan 3 milyar 60 milyon liraya çıktı. Yani borç bu dönemde 6 misli arttı.

1948’de tüm sanayi kollarındaki işçi sayısı 715 bin civarındaydı. 1953 yılında bu sayı 800 bini geçti.

TÜRK-İŞ’İN KURULUŞU

Türkiye’de 1948’den sonra sendikaların ve sendikalı işçilerin sayısı orantısal olarak arttı. 1948’de toplam sendika sayısı 73, sendikalı işçi sayısı ise 52 bindi. 1952 yılına gelindiğinde ise sendika sayısı 248’e yükselirken, sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. Bu gelişme doğal olarak ulusal düzeyde üst bir örgütlenmeyi koşulladı; işçi sınıfının arayışları bu doğrultuda gelişti.

Bu birikimler, 31 Temmuz 1952’de Türk-İş’in kurulmasını beraberinde getirdi. Türk-İş’in kuruluşunda uluslararası düzeyde iki kutuplu dünyanın yarattığı makro dengelerin etkisi de oldu. Soğuk Savaş refleksleri sendikal alana da yansıdı. Bu bağlamda uluslararası düzeyde Latin Amerika ve Doğu Asya’daki birçok ülkede aynı tarihlerde Türk-İş benzeri oluşumların kurulması dikkat çekmektedir.

Türk-İş, tipik bir korporatist örgütlenme olarak doğdu. İşçi sınıfının sınıfsal varoluşunu zayıflatan, onu devlete tabi kılan, bir anlamda artı-değer sömürüsünü gizleyen, özünde sınıfın bağımsız bir güç olmasını engelleyen bir misyonla hareket etti. Türk-İş, ağırlıklı olarak kamu kesiminde örgütlendi. O dönemde sanayinin de geliştiği alan kamu kesimiydi.

Grev hakkının olmadığı, siyasi özgürlüklerin sınırlandığı koşullarda kurulan ve örgütsel dayanakları kamu kesimi olan Türk-İş’in, siyasi iktidarla kutuplaşmamaya dikkat etti. Ağırlıklı olarak isteklerini yerine getirdi, siyasi iktidarın politikalarını onaylayan tavır sergiledi, bütün bu “politikaları” da diyalog ya da partiler üstü sendikacılık gibi kavramlarla açıkladı.

Türk-İş’in 1954 yılına kadar hükümetle ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmadı. Örgütlülüğünün kamu sektöründe olması sendikal bürokrasiyi ve yönetimleri rahatlatmaktaydı. Türk-İş, 1955’te DP tarafından sıkıştırıldı. 1957 yılında Türk-İş başkanlığına Demokrat Parti üyesi bir başkanın seçilmesi, konfederasyonun hükümetle yeniden uyumlu politikalar geliştirmesine yol açtı.

Türk-İş, 1960 yılında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU)’ya üye oldu.

 

27 MAYIS 1960’DAN 12 MART 1971’E

1960 yılında 27 Mayıs Hareketi’yle DP iktidardan düşürüldü. Bu darbe, kapitalist formasyonun gerekleri doğrultusunda atılmış bir adım olarak değerlendirildi.

1961’de halk oylamasıyla yeni anayasa kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasası olan 1961 Anayasası’nda toplu sözleşme ve grev hakkı tanındı. Fakat bu hakların bir yasa ile düzenleneceği belirtildi. Ayrıca, işçi sınıfının “memur” adıyla istihdam edilen kesimlerine de sendikalaşma hakkı tanındı.

İşçi sınıfı, 1835’ten 1960’a kadar bir anlamda şekillenme ve birikme dönemi yaşadı. 1960’lar Türkiye’de (kapitalist gelişime paralel bir biçimde) işçi sınıfının toplumsal maddi bir güç olarak ortaya çıktığını simgeledi. Bu simgenin ilk büyük göstergesi Sarıyer Mitingi oldu.

İstanbul İşçi Sendikaları Birliği, 31 Aralık 1961’de anayasada yer alan hakların kullanılmasını sağlamak amacıyla, Sarıyer’de 100 bin -bazı verilere göre 200 bin- kişinin katıldığı bir miting düzenledi. Aslında miting işçi sınıfının “artık ben de varım” demesiydi.

1961’deki önemli gelişmelerden biri de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin kurulması oldu. TİP, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin çeşitli organlarında yer alan bazı sendikacılar tarafından kuruldu.

1963’te Maden-İş, Kavel Kablo Fabrikası’nda greve gitti. Kavel işçileri anayasal hak olan ama yasa anlamında yasak olan greve giderek ezber bozdular. Hakların ancak söke söke alınabileceğini gösterdiler. Grev, işyerinde çalışma koşullarının düzeltilmesi ve Toplu Sözleşme ve Grev Kanunu’nun çıkarılmasını hedeflemekteydi. Grev başarılı oldu. Kanun çıkarılmamasına rağmen işveren, sendikayla sözleşme imzalamak zorunda kaldı. Grev kamuoyunda geniş yankı buldu. Bu etkiyle TBMM, 24 Nisan 1963’te 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı çıkarmak zorunda kaldı.

Bu yasa, Anayasa’da yer almamasına rağmen lokavt hakkını da getiriyordu. Yasa bu olumsuzluk içinde tartışmalı olsa da, sendikal hareketin gelişip güçlenmesini sağlayan olanakları bünyesinde barındırmaktaydı.

1960 sonrasında nicel ve nitel olarak hızla gelişen işçi sınıfı, Kavel Grevi’yle kendi öz gücünün farkına vardı ve doğrudan eylemin önemini kavradı. Kavel Grevi, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde bir kilometre taşı işlevi gördü.

TİP’in kurulması ve 1965 genel seçimlerinde başarı göstererek meclise girmesi, Türk-İş içinde kutuplaşmalara yol açtı. Türk-İş’te TİP’li sendikacılara karşı AP-CHP ittifakı oluştu; 1966 yılında yapılan Türk-İş’in 7. genel kurulunda TİP’li sendikacılar yönetim dışında kaldılar.

1966’da gerçekleşen Paşabahçe Grevi, Türk-İş içinde yeni tartışmalara yol açtı. Grevi destekleyen bazı sendikalar Türk-İş’ten ihraç edildi.

Türk-İş’ten ihraç edilen ve aralarında bağımsız sendikaların bulunduğu Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-İş ve Zonguldak Yeraltı Maden-İş sendikaları 13 Şubat 1967’de DİSK’i kurdular. Bu sendikaların yöneticileri ağırlıklı olarak TİP yanlısı bir politik tutum içindeydiler.

Bu süreç sendikal harekette bir yol ayrımını işaretlemekteydi. Sınıf sendikasını arıyordu. Türkiye’de 1965 sonrası toplumsal muhalefet, hayatın bu alanında yükseldi. Başta işçi sınıfı, köylüler, öğrenci gençlik yeni bir dünya arayışına girdi. İşçi sınıfı grevlerle, direnişlerle, köylüler toprak işgalleriyle, öğrenci gençlik üniversite işgalleriyle toplumsal muhalefeti yükseltiyordu.

1968-1969’daki fabrika işgal eylemleri sınıf hareketini hızla şekillendirdi.

1968’de Kozlu ve Üzülmez maden ocaklarında 15 bin işçi toplu sözleşme görüşmelerinin uzamasından dolayı maden ocaklarına inmedi. İşçiler polis ve jandarma tarafından ablukaya alındı. 1968’de Derby ve Kavel işgali yaşandı. 1969’da Singer, Demirdöküm, Gamak, 1970’te Sungurlar işgalleri gerçekleştirildi. Fabrika işgal eylemleri işçi sınıfının net bir şekilde anti-kapitalist duruşunu simgeledi. Fabrika işgal eylemleri kapitalizmin ruhu olan özel mülke yönelik en radikal, en sert eylemlerdi ve sınıfın hızlı nesnel ve öznel gelişimine yol açtı.

Türkiye işçi sınıfı 1969 yılında Alpagut maden işgallerinin kendiliğinden bir şekilde işletmeye el koymalarıyla tarihindeki ilk özyönetim deneyimini gerçekleştirdi. İşçi sınıfı hem üretici, hem de yönetici bir güç olduğunu bu pratikte ortaya koydu. 1970’deki Günterm Isı Sanayi Fabrikası’nda 80 işçi ücretlerin ödenmemesi karşısında yönetime el koydu. 40 gün “patronsuz üretim” gerçekleştirildi. Günterm deneyimi Alpagut işgalinin devamıydı.

1970’LER

1970 yılında AP iktidarı, CHP’li bazı parlamenterlerin de desteğiyle, 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nda değişiklikler yapmak istedi.

274 sayılı yasada yapılmak istenen değişiklikle DİSK’in kapatılması amaçlandı. Aslında sermaye sınıfı, hızla gelişen güç ve şekillenmesinden korkuyordu; bu gelişme durdurulmalıydı. Yasa bu anlamda sermayeye bir manevra şansı veriyordu.

Fakat yasa değişikliğine işçi sınıfının tepkisi sert oldu. 1960’larla başlayan, sınıfın ayağa kalkışı Saraçhane’den Kavel’e, Kavel’den Kozlu ve Paşabahçe grevine, bir isyan ateşi gibi yanan birçok fabrika işgal eylemlerine ve nasıl bir dünya istediklerini gösteren Alpagut, Günterm gibi özyönetim deneyimleriyle muazzam bir noktaya ulaşmıştı. İşçi sınıfı, muktedir olmanın farkındaydı. Çıkarılan yasa aslında sınıfın bir toplumsal dinamit gibi patlamasına yol açtı. Sınıfın öfke ve kini dışa vurdu.

15-16 Haziran gününde DİSK’li işçilerle birlikte Türk-İş’te olan işçiler genel direnişe katıldılar. Bu direniş bir genel ayaklanmaya dönüştü. 15 Haziran 1970 günü 70 bin işçi İstanbul, Gebze ve İzmit’te iş bırakıp sokakları işgal etti. 16 Haziran’da bu sayı 100 bine yükseldi. Caddeler, sokaklar işgallerle doldu. Uzun işçi yürüyüşleri gerçekleştirildi. Türkiye’yi sarsan iki gün yaşandı. Bazı yerlerde güvenlik güçleriyle işçiler arasında çatışma çıktı.

15-16 Haziran genel ayaklanmasıyla işçi sınıfı aslında kapitalizmin nasıl yıkılacağını gösteriyordu. Kendi eylemi bir manifestoydu. Çatışmalar sonucunda 3 işçi yaşamını yitirdi. Eylemlerin büyümesi karşısında sıkıyönetim ilan edildi. Daha sonra Anayasa Mahkemesi hazırlanan yasayı iptal etti.

1970 yılındaki gelişmelerden biri de, Milliyetçi Hareket Partisi’nin çizgisinde Milli-İŞ’in kurulması oldu. Daha sonra örgütün adı MİSK’e çevrildi.

Toplumsal mücadeledeki yükseliş, egemen sınıfları harekete geçirdi. Emekçi kitlelerin kendi geleceği üzerinde söz sahibi olması, 12 Mart askeri faşist darbesiyle engellenmeye çalışıldı.

12 Mart, çıplak baskı, şiddet ve zor dönemiydi. İşçi sınıfının örgütsel gelişimi engellenmeye, ekonomik-demokratik kazanımları gasp edilmeye çalışıldı.

İşçi Sınıfı Yeniden Güçleniyor

12 Mart askeri müdahalesi, sendikal hareketin gelişimine önemli darbeler vurdu. Halk oyuyla kabul edilen 1961 Anayasası değiştirildi. Demokratik örgütler kapatıldı. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınların örgütlenme ve eylem olanakları kısıtlandı.

Türkiye’nin yaşadığı bu karanlık süreç, 1971 yılından 1973 yılına kadar devam etti. Ekim 1973 seçimleri bir anlamda 12 Mart döneminden çıkışı işaretledi. Bu dönemden sonra toplumsal kesimlerin bütününde yeniden bir hareketlenme başladı. Özgür ve demokratik bir ortamın yaratılmasına yönelik çabalar yoğunlaştı.

İşçi sınıfı bu çabaların ekseninde yer almaktaydı. Sendikal örgütlenme faaliyetleri gelişiyor, kamu ve özel sektörde sendikalı işçi sayısı artıyordu. Kamu sektöründe Türk-İş’in örgütlülüğü yaygınlaşırken, özel sektörde DİSK hızla örgütlenmekteydi.

1965’lerden sonra, 1961 Anayasası’nın yarattığı olanaklarla kurulan memur sendikaları (sayısı 550’yi bulmuştu), 1971 yılında anayasada yapılan değişiklikle yasaklandı. O dönemde öne çıkan sendikalardan biri Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) idi. 1973’ten sonra çok sayıda memur derneğinin kurulduğu görüldü. Memur derneklerinde dikkat çeken bir özellik, bu derneklerin farklı siyasi görüşlerin paralelinde kurulması ve hareket etmesiydi.

1975 yılında Türk-İş, İzmir’de işverenlerin çeşitli işkollarında izledikleri sendika karşıtı politikaları protesto etmek amacıyla genel eylem düzenledi.

Türk-İş ile DİSK arasında, izlenen sendikal politikalar konusunda kutuplaşmalar devam ediyordu.

1925 yılında kutlanması yasaklanan ve “Bahar ve Çiçek Bayramı” ilan edilen 1 Mayıs, 1976’da DİSK’in önderliğinde 100 bin kişinin katıldığı bir gösteriyle kutlandı. 52 yıl aradan sonra işçiler, 1 Mayıs’ı kutlamak için yeniden alanlardaydılar.

Eyleme Türk-İş’teki işçiler de katılmışsa da, Türk-İş yönetimi buna sıcak bakmadı. Türk-İş yönetimi işçi bayramı olarak 24 Temmuz’u ilan etmişti. 1976 1 Mayıs’ı DİSK önderliğinde gerçekleşti.

Ülkede yaşanan siyasal ve sendikal kutuplaşma, işçi sınıfı açısından tarihi bir gün olan 1 Mayıs’ın anlamına uygun şekilde kutlanmasını engelliyordu.

1 Mayıs’lara Türk-İş’in ve 1976 yılında kurulan Milli Selamet Partisi’nin izinde hareket eden Hak-İş’in mesafeli yaklaşımları uzun yıllar devam etti.

Soğuk Savaş politikaları sendikal alanda da yansımalarını gösteriyordu.

1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda 500 bin kişinin katıldığı büyük bir gösteri düzenlendi. Ancak CIA ve kontr-gerilla tarafından düzenlenen provokasyon sonucu onlarca kişi yaşamını yitirdi.

İşçi sınıfı gün geçtikçe gelişiyor, güçleniyordu. Provokasyon, işçi sınıfının ve emekçi güçlerin gelişimini durdurmak için düzenlenmişti. İşçi sınıfının bayram günü, kampanya şeklinde yapılan dezenformasyonlarla anarşi ve terör günü gibi gösterilmeye çalışıldı.

Egemen sınıfların bütün bu çabalarına rağmen, 1 Mayıs’ların kutlanması gelenek haline geldi.

Özellikle 1975 sonrasında ülkede giderek yükselen siyasi tansiyon ve kutuplaşma, yapay da olsa işçi sınıfı saflarına sokulmaya çalışıldı. Bu politikalarda da başarılı olundu. İşçi sınıfı ve sendikal hareket içinde siyasal görüşlere bağlı olarak önemli bölünmeler yaşandı. Birçok işyerinde siyasal görüş ayrılıklarından kaynaklanan ve silahlı çatışmalara varan sorunlar yaşandı.

Toplumsal mücadelenin engellenmesi için egemen sınıfların tezgâhladığı böl-parçala-yönet stratejisi, işçiler arasında mezhep, hemşerilik ve siyasal görüş farklılıklarını körükleyerek uygulanmaya çalışıldı.

İşçi sınıfı ve sendikal hareket bir blok halinde hareket edemediğinden, sınıfın bütün kesimlerini kavrayacak sendikal ve siyasal kültürün zayıflığından ve izlenen politikalardaki önemli hatalardan dolayı egemen güçlerin izlediği taktikler başarılı oldu.

Ama her şeye rağmen işçi sınıfı, özellikle 1960’tan sonraki nitel ve nicel gelişimine bağlı olarak, 1970’li yıllarda giderek gelişti; sınıf ve sendikal bilinç düzeyi de yükseldi. Ekonomik ve demokratik haklarını korumak ve güçlendirmek yönündeki çabaları, kendine güven duymasını ve öz gücünün farkına varmasını sağladı.

1960’ların ikinci yarısından sonra başlayan ve yayımlanan mitingler, gösteriler, fabrika işgalleri, 15-16 Haziran genel direnişiyle taçlandı. 1970’li yıllar ise DGM direnişleri, genel eylemler, yaygın işçi grevleri, 1 Mayıs kutlamaları, Tariş Direnişi ve geniş kitle gösterileri gibi pratiklerle geçti. Bu sürecin bütünü, işçi sınıfını toplumsal mücadelenin eksenine taşıdı. İşçi sınıfı kendi kaderini kendi ellerine almak için mücadelesini güçlendirmekteydi.

Bu gelişimin engellenmesi gerekiyordu ve bu doğrultuda adımların atılması da uzun sürmedi. Uluslararası emperyalist bir konseptin yansıması olan karşı devrimin zeminleri örülmeye başlandı.

1980’den Bahar Eylemleri’ne

24 Ocak kararları, Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistemle yeniden bütünleşmesini amaçlayan bir içeriğe sahipti. İstikrar programı, yeni zamlar, baskı ve şiddet anlamına geliyordu. Bu süreçten de en çok etkilenecek kesim işçi sınıfıydı.

Fakat işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet güçleri, kendileri için yokluk, işsizlik, baskı demek olan programa karşı kayıtsız kalmadı. Tepkilerini açıga çıkardı. 25 Ocak 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 6.414’tü, Haziran sonunda bu sayı 60 bine yaklaştı. Yeni grevler, erteleme kararlarıyla engellenmek istendi.

İşçi sınıfının yanında çeşitli toplumsal muhalefet güçleri ayaktaydılar.

Egemen güçlerin “istikrar” programı, suskun ve tepkisiz bir toplum gerektiriyordu. Bunun yaratılması için ülke hızla giderek kaosa sürüklendi. Bu süreç, bir anlamda askeri darbenin gerçekleştirilmesi süreciydi ve bir karşı-devrim süreciydi. Yaratılan kaos ortamı, askeri darbenin meşru zeminini hazırlıyor, halk bir “kurtarıcı” arayışına giriyordu. Dünya’nın birçok ülkesinde uygulanan ve “destabilizasyon” adı verilen bu taktikler sonucunda 12 Eylül askeri faşist darbesi yapıldı. 12 Eylül, işçi sınıfına yönelik bir karşı-devrim hareketiydi.

Darbe, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olmasını ve toplumsal muhalefetin bütünüyle bastırılmasını ve yok edilmesini amaçlıyordu. Türkiye, büyük bir hapishaneye dönüştürülerek tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezildi. Karanlık ve zulüm ülkeyi egemenliği altına aldı.

12 Eylül faşist darbesi, sendikal hareketi ezerek işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik haklarını gasp etti. DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklandı. Yönetimde ve sendikal organlarda görev alan yaklaşık 2.000 sendikacı gözaltına alındı; bazıları tutuklandı ve ağır işkencelere maruz kaldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan 1.477 kişi, 1986 yılında 2.000 yılın üzerinde cezaya çarptırıldı. Bununla birlikte, DİSK ve bağlı 28 sendikanın kapatılması kararı verildi.

Hak-İş ve MİSK’in faaliyetleri durduruldu. Hak-İş’in yeniden faaliyet yürütmesine 1981 Şubatında, MİSK’in ise 1984 yılında izin verildi. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkındaki davalar 1991’de beraatla sonuçlandı. Bu karar, aynı zamanda DİSK’in faaliyetine yeniden devam etmesi anlamına geldi.

12 Eylül, Türk-İş ve bağlı sendikaların çalışmalarını sıkı bir kontrol altına alarak faaliyetlerini izne bağladı. Bazı üye sendikaların faaliyetleri belirli sürelerle engellendi.

Darbe hukuku olan 1982 Anayasası, sendikal haklara önemli sınırlamalar getirdi. Anayasanın 51. ve 52. maddeleri bu sınırlamaları düzenleyen bir içeriğe sahipti. 52. madde 1995’te yürürlükten kaldırıldı. Bugün sendikalar, 2821 sayılı Sendikalar Yasası’na göre faaliyet göstermektedirler.

12 Eylül 1980 Darbesi’nden 1984’e kadar sendika karşıtı politikalar en sert biçimde uygulandı. Toplu sözleşme ve grev hakkı askıya alındı. Yüksek Hakem Kurulu (YHK) devreye sokularak, dayatmacı politikalara “hukuksal” kılıf hazırlandı.

1983’ten sonra “sivilleşme” sürecine girildi. Bu dönemdeki hükümetler, bir nevi 12 Eylül rejiminin sivil uzantısı niteliği taşıdılar. Anti-sendikal politikaları büyük bir “tutarlılıkla” sürdürmeye devam ettiler.

12 Eylül’le birlikte toplum/devlet/birey ilişkilerinde yaşanan altüst oluş, Özal iktidarı döneminde daha da derinleşti. Neo-liberal politikalar, Türkiye’nin tüm toplumsal ve maddi yaşamını tarumar etti. Türkiye halkı hızlı bir yoksullaşma yanında kültürel dejenerasyon ve erozyon yaşadı. Özal iktidarı dönemi, ülkede paranın ve yalanın imparatorluğunun kurulduğu yıllar oldu.

Her şeye rağmen 1984 yılından sonra işçi sınıfı, yavaş yavaş 12 Eylül’ün korku duvarını aşmaya başladı.

Kazlıçeşme Grevi’nin ardından gelen Netas ve Migros grevleri, karanlıkta yanan ışıklar gibi sarsıcı etki yaratarak işçi sınıfının yeni bir döneme girdiğinin işaretleri oldu.

Türk-İş, sendika karşıtı yasaları ve politikaları 1985 yılının ortasından itibaren önce kapalı salon toplantıları, daha sonra kitlesel mitinglerle protesto etti. 1986 yılında yurdun çeşitli yerlerinde (Balıkesir, İzmir, Eskişehir gibi) kitlesel protesto gösterileri yapıldı. Bu eylemler, 1987 ve 1988 yıllarında da devam etti. 11 Mart 1988 günü ülke çapında 1 günlük yemek boykotu yapıldı.

İşyerleri düzeyinde yaşanan direnişler, eylemler, mitingler, toplantılar, küçük grevler ve 1987 yılından sonra gerçekleşen büyük grevler birikerek bozkırın bütününü tutuşturmayı başardı.

1989 yılında artık bozkır tutuşmuş, uyuyan dev ayağa kalkmıştı. İşçi sınıfı, 1989 Bahar Eylemleriyle dosta düşmana “Merhaba” diyerek artık “ben de varım” mesajını veriyordu.

1989 Bahar Eylemlerinden Günümüze

1989 yılı işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından bir atılım yılı oldu. İşçi sınıfı, Türkiye’nin dört bir yanındaki zengin eylem çeşitliliğiyle toplumsal ağırlığını hissettirdi. 12 Eylül cenderesinden çıkan Bahar Eylemleri’ne yüz binlerce işçi katıldı. Sokaklar, caddeler, işyerleri bir miting, bir gösteri alanına dönüştü. Meşru ve kitlesel bir dalga şeklinde gelişen eylemler, işçi sınıfının şekillenmesini ortaya koymaktaydı. 1989 Bahar Eylemleri, işçi hareketinde bir dönüm noktası oldu.

12 Eylül rejiminin korku duvarları aşılmış, anti-demokratik yasalar kağıt üzerinde kalmıştı. Artık söz işçi sınıfındaydı ve proletarya “merhaba” diyordu.

1990 yılına damgasını Zonguldak maden işçilerinin uzun yürüyüşü vurdu. Koca bir şehir olan Ankara’ya yürüyüş geçildi. Zonguldak madenci yürüyüşü, kitleselliği, eylem niteliği ve tarzı açısından uluslararası işçi hareketine zengin birikimler sundu.

Ardından gelen Paşabahçe Grevi, işçi sınıfının haklarını almada ve korumada kararlılığını gösteren eylemlerden biriydi.

1991 yılında, sınıfın organik parçalarından biri olan kamu çalışanlarının meşru, militan ve kitlesel mücadele ve örgütlenme pratikleri gündeme geldi. Özünde işi olan memurlar, kendi sınıf kimliklerinin gereği olarak, en temel ekonomik ve demokratik haklarını elde etmek amacıyla yoğun bir örgütlenme ve mücadele seferberliği içine girdiler.

3 Ocak 1991’de Türk-İş tarafından 1 günlük işe gitmeme eylemi yapıldı, eylem büyük bir başarıyla gerçekleştirildi.

12 Eylül rejiminin yasaklamalarına rağmen, özellikle 1980’lerin ortasından sonra meşru olarak ve fiilen kutlanan 1 Mayıs’lar, 1990’lı yıllardan sonra üç konfederasyonun ortak programıyla kutlanmaya başlandı. Bu durum, sendikal hareketin birleşik mücadelesinin somut göstergelerinden biri oldu.

Türk-İş, 1993 1 Mayıs’ını İstanbul’da yaptığı bir mitingle kutladı. Mitinge çok farklı siyasi görüşlerden on binlerce kişi katıldı.

Aynı yılın Temmuz ayında, kamu kesiminin toplu sözleşme görüşmelerinde yaşanan tıkanıklık üzerine Türk-İş’in önderliğinde çeşitli eylemler yapıldı. Türkiye genelinde ve kitlesel biçimde gerçekleştirilen bu eylemlerin ilki 22 Temmuz’da oldu. Türk-İş üyesi binlerce işçi toplu vizite eylemi yaptı. Bu eylemi 29 Temmuz’da işyerlerinde iş durdurma eylemi izledi. Eylemler dizisi, 30 Temmuz’da ülke çapında yapılan vizite eylemiyle taçlandırıldı.

1993’ün önemli örgütsel gelişmelerinden biri, Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve kamu çalışanları sendikalarının bulunduğu; Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Tabipler Birliği, Halkevleri gibi çeşitli demokratik kuruluşların yer aldığı Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu oldu.

Türk-İş, 24 Nisan 1994’te çeşitli illerde işsizlik ve pahalılığı protesto mitingleri düzenledi.

1994 1 Mayıs’ı, Demokrasi Platformu’nun organizasyonuyla çeşitli illerde kitlesel miting ve yürüyüşlerle kutlandı.

20 Temmuz 1994 günü Demokrasi Platformu’na bağlı sendikalar, hükümetin uygulamalarını protesto etmek amacıyla iş durdurma kararı aldı.

Hükümetin yeni bütçe kanunu tasarısı ve tasarının içeriğindeki işçi haklarının gaspına yönelik politikalar, Türk-İş tarafından 24 Kasım 1994’te Ankara’da yapılan gösteri yürüyüşleriyle protesto edildi. Yürüyüşe yüz binin üzerinde işçi katıldı.

1995 yılında, hükümetin sosyal güvenlik politikalarındaki işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemelere girme girişimleri Türk-İş tarafından sert bir biçimde protesto edildi. Bu yönde 30 Nisan ve 21 Mayıs’ta kitlesel mitingler düzenlendi. İşçi sınıfından yükselen tepki karşısında, hükümet hazırladığı yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı.

1 Mayıs 1995, bir önceki yıl gibi Demokrasi Platformu öncülüğünde yurdun çeşitli illerinde yapılan miting ve yürüyüşlerle kutlandı.

Kamu kesimi toplu sözleşmelerinde yaşanan tıkanıklık üzerine, Türk-İş çeşitli eylemler yaptı. Koalisyon hükümetinin anti-demokratik politikaları, 5 Ağustos’ta Ankara’da yapılan “Emek ve Saygı Yürüyüşü ve Mitingi”yle protesto edildi. Mitinge 200 binin üzerinde kişi katıldı.

Türk-İş, Ağustos ayında eylemlerine devam etti. 8 Ağustos’ta işyerlerine gidilip, çalışma yapmama ve gece işyerlerini terk etmeme eylemi yapıldı. Eylem, birçok işyerinde başarıyla gerçekleştirildi.

Eylül ayında ülkeyi bir grev dalgası sardı. 300 bin kişinin katıldığı bu grevlerde işçi sınıfı gücünü bir kez daha ortaya koydu.

Grev dalgasının etkisini göstermesi uzun sürmedi. Koalisyon hükümeti işçi sınıfının dipten gelen baskısı sayesinde dağıldı. CHP, Türk-İş’in hükümetle anlaşmazlığı nedeniyle hükümetten çekilme kararı aldı.

Koalisyonun bozulmasının ardından, Tansu Çiller’in başbakanlığında kurulan azınlık hükümetinin parlamentoda güven oylamasının yapılacağı 15 Ekim 1995 günü, Türk-İş fiilen devreye girerek işçi sınıfının baskı gücünü ortaya koyan bir eylem gerçekleştirdi.

Türk-İş, gelişmeleri protesto etmek için izinsiz gösteri çağrısı yaptı. Çağrıya uyan on binlerce işçi, güvenlik güçlerinin engelleme girişimlerine rağmen ve oluşturdukları barikatları birer birer aşarak Ankara Kızılay Meydanı’nda toplandı. Kızılay Meydanı “sokak parlamentosu” hâline dönüştürüldü. Ankara’nın bir yerinde güven oylaması yapılırken, diğer bir yerde yüz binlerin katıldığı protesto gösterileri gerçekleştiriliyordu. Tansu Çiller, parlamentodan güvenoyu alamadı. İşçi sınıfının siyasal gücünü ortaya koyan bu pratikle bir hükümet devrildi.

1996 yılında Refahyol hükümeti kuruldu. Refahyol hükümetinin uygulamalarına işçi sınıfının tepkisi uzun sürmedi. Demokrasi Platformu yerini Türk-İş, DİSK, TESK, TOBB ve TİSK’ten oluşan “Beşli Girişim”e bıraktı.

Türk-İş, 21 Aralık 1996 günü İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde düzenlediği geniş katılımlı toplantıyla, Refahyol hükümetinin siyaset yürütme tavrını ve ekonomik politikalarını protesto etti.

Türk-İş, Refahyol hükümetine yönelik protesto eylemlerini 1997 yılında da sürdürmeye devam etti. 5 Ocak 1997’de “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et” adlı bir miting düzenledi. Eylem görkemli geçti. 300 bin emekçi çeşitli sloganlarla taleplerini haykırdı.

1997’nin ilk aylarında önce Türk-İş, DİSK ve TESK’in, ardından TOBB ve TİSK’in katıldığı Refahyol hükümetinin izlediği politikaları eleştiren çeşitli ziyaretler gerçekleştirildi. 6 Haziran’da Beşli Girişim’in hükümet politikalarını eleştirdiği bildiri ülke çapında işyerlerinde okundu.

Refahyol hükümeti 18 Haziran 1997’de istifa etti. Hükümetin istifasında Beşli Girişim’in önemli oranda etkisi oldu. Beşli Girişim’in çalışmaları 1998 yılı içinde de sürdü.

Türk-İş, 16 Mayıs 1998 günü Ankara’da “İşsizliğe Hayır! Özelleştirme Talanına Son” mitingi gerçekleştirdi.

80’li yılların ortalarında başlayan özelleştirme politikaları, 90’lı yıllarda iyice derinleştirilmiş ve ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları küresel sermayeye peşkeş çekilmeye başlanmıştı. Çağın vebası olan özelleştirme, işçi sınıfı için açlık, yoksulluk, işsizlik ve sendikasızlaşma demekti. Egemen güçlerin Türkiye halkını ideolojik bombardımana tabi tutarak uyguladığı bu politikalar, önce sessizce izlenmesine rağmen sürecin özelleştirmelerin gerçek yüzünü ortaya koymasıyla değişik düzeyde tepkiler açığa çıkmaya başladı. Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareket, özelleştirmelere ve sonuçlarına karşı etkin eylemler düzenlemeye başladı.

Özelleştirmelere karşı eylemler, 90’lı yıllar boyunca önce yerel düzeyde, sonra ülke çapında yayılmaya başladı. Türk-İş, 15 Ekim’de kendine bağlı tüm sendikaların şube başkanlarının katıldığı bir toplantı düzenleyerek sorunun aciliyetini ortaya koyup tartıştı ve işçi sınıfını uyardı.

90’lı yıllarda kamu çalışanlarının konfederasyon düzeyinde örgütlenme çabaları hızlandı. Önce KESK kuruldu. KESK’in fiili ve meşru mücadelesinin açtığı olanaklarla farklı kamu çalışanları konfederal yapıları ortaya çıktı. Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen ve Demokratik Kamu-İş kuruldu. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK ve diğer konfederasyonların özelleştirmelere, sendika karşıtı politikalara, işsizliğe ve yoksulluğa karşı ortak eylemleri gündeme geldi.

Sendikal harekette farklı örgütlenmelerin, farklı duruşlarına ve politikalarına rağmen ortak davranmaya ve ortak hareket etmeye başlaması önemli bir gelişme oldu.

Türk-İş, 26 Nisan 1999’da özelleştirmeye karşı “Sosyal Devleti Koruma ve İş Güvencesi” yürüyüşü ve mitingi yaptı. Eyleme binlerce işçi katıldı.

24 Temmuz’da Ankara’da “Mezarda Emekliliğe Hayır” mitingi gerçekleştirildi. İşçi sınıfı, kendisinin en temel sosyal güvenlik haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceğini gösterdi. On binlerce işçi alanları doldurdu.

2000 yılındaki en görkemli eylem, IMF regülasyonlarının ve DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin politikalarının protesto edildiği, tüm konfederal yapıların katıldığı 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemi oldu. Eyleme 1 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle, kendileri aleyhindeki politikalara geçit vermeyeceğini ortaya koydu. Sokaklar, alanlar, işyerleri birliğin, beraberliğin ve mücadele gücünün ortaya çıktığı platformlara dönüştürüldü.

2000 yılının son aylarında ortaya çıkan ekonomik kriz, 2001 yılının ilk aylarında yoğunlaşarak devam etti. Ülkenin IMF politikalarına mahkûm edilmesiyle zenginler daha zengin olurken, yoksullar daha da yoksullaşmaya hatta açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakıldı. Birkaç ay içinde 250 bin işçi işini kaybetti. Kronik işsizlik, yeni işsizler ordusuyla daha vahim hale geldi.

2000’li yıllarda, 1983’te imzalanan Washington Uzlaşması’nın hedefleri doğrultusunda adımlar atıldı. Washington Uzlaşması, uluslararası sermayenin yol haritasını ifade etmekteydi. Özünde uluslararası sermayenin talepleri ve ihtiyaçlarına yönelik en radikal düzenlemelerin yapılmasını içeriyordu.

Siyasal düzlemde 28 Şubat darbesi, ekonomik boyutta 2001 krizi; uzlaşmanın belirlenen rotasının her düzeyde hayata geçirilmesine olanaklar sundu.

1989 Bahar Eylemleri ve Zonguldak Uzun Yürüyüşü’yle ayağa kalkan işçi sınıfı, 1990’ların başında fiili, meşru ve militan tarzda gelen kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme çabalarıyla güç kazanmış, belki de tarihinin en önemli ataklarından birine kalkışmıştı. Toplumsal muhalefet güçlerinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşme çabaları da sınıf mücadelesine ivme katıyordu. Aynı dönemde emek cephesinde yer alan siyasal güçler de yönünü işçi sınıfına çevirmiş ve onun açtığı yolda hızla şekillenmeye başlamıştı.

İşte tam bu noktada sermaye, belki 12 Eylül’den daha ağır bir operasyona girişti. İyi hesaplanmış bir likidasyon süreci başlattı. Emek hareketinin parçalanması ve siyasi güçlerin marjinalize olması yönünde son derece rafine bir tarzda ve karşı devrim içeriğinde politikalar geliştirdi.

Bahar Eylemleri’nin yarattığı taban örgütlenmelerinin hızlıca içeriği boğuldu. Bu süreçte ortaya çıkan doğal işçi önderleri ya işten atıldı ya da sendikal bürokrasinin içine gömülerek etkisizleştirildi. Meşru, fiili ve militan örgütlenme faaliyetleriyle kurulan kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri, hızla bürokratik mekanizmalara dönüştürüldü. Siyasi yapıları marjinalleştirecek politik taktikler geliştirildi.

Özellikle kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri, bu grupların politik rekabet alanına ve nüfuz savaşı yaptıkları platforma çevrildi. Toplumsal muhalefetin birleşik gücünün yaratılması, sistemli bir şekilde engellendi.

Egemen sınıfların bu likidasyon taktikleri etkili sonuçlar verdi. Sendikal bürokrasi de bu taktiklerin hayata geçirilmesinde aktif rol oynadı. Böylece işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak örgütlenmesi ve sosyal mücadelenin taşıyıcı gücü hâline gelmesi engellendi.

İşçi hareketi ciddi örgütsel darbeler yedi. Moral değeri göçertildi. Özgüven kaybına uğradı. Örgütsel yapısı parçalanmış, moral bozukluğu içinde, sendikal bürokrasinin egemenliğini her düzeyde hisseden ve birliğini sağlama yönünde önemli zafiyetler yaşayan işçi sınıfı, sermayenin çeşitli düzeylerdeki saldırılarına maruz kaldı.

Bu saldırılara karşı ancak yerel düzeyde tepkiler gösterildi.

Washington Uzlaşması’nda belirlenen strateji hızla hayata geçirildi.

2001 krizinden sonra finans ve banka sistemlerinin piyasalaştırılmasına başlandı. Ardından Telekom operasyonu geldi. Bu adımlardan sonra Petkim ve Tüpraş’la ağır sanayide başlayan özelleştirme, Erdemir’le tamamlanmış oldu.

Bu özelleştirme furyasında Seka Direnişi önem taşıdı. Seka işçileri fabrikayı işgal etti. Ne var ki, Seka’yla İzmit halkının ve sınıfın diğer kesimlerinin birleşememesi istenen sonuçları yaratamadı.

Seydişehir Eti-Alüminyum işçileri de özelleştirmeye karşı kapıları kaynaklayarak fabrikayı işgal etti. 5.000 kişinin katıldığı kitleyle karayolu kapatıldı. Polisle yer yer çatışmalar yaşandı.

Tekel işçileri daha önce Sekalılara omuz vermişler, mücadelelerini kendi mücadeleleri olarak gördüklerini açıklamışlardı. Adana Tekel işçileri, Seka Direnişi’ni desteklemek için Tokat Turhal yolunu trafiğe kapattı. Cevizli Tekel işçileri de Seka’yı destekleyen eylemler yaptı. Tekel’in özelleştirilmesi ve kapatılmasına karşı işçiler ayaklandı. Çeşitli eylem tarzlarıyla bu politikalar şiddetle reddedildi. Bu eylemler sonucunda işçiler önemli kazanımlar elde etti. Bazı Tekel’lerin kapatılması kararı geri alındı.

Kısaca Tekel, Tüpraş, Petkim, Petrol Ofisi, Seka, Telekom, Sümerbank, Erdemir gibi özelleştirmelere karşı işçi sınıfı sessiz kalmadı. Tepki verdi; direndi, protesto etti, alanları doldurdu, fabrikaları işgal etti. Ne var ki, bu tepkiler lokal direnişlerin ve kısmi kazanımların ötesine gidemedi.

Özelleştirmelere karşı olması gereken düzeyde radikal eylemler ve ülke çapında yayılan bir mücadele hattı oluşturulamadı.

Her şeye rağmen işçi sınıfının direnişleri sınıf mücadelesine yeni birikimler sağladı. İşçi sınıfı belirli bir durgunluk dönemine girdi.

2007’de Hava-İş Sendikası’nın toplu sözleşme süreci tetikleyici bir işlev gördü. Ardından 44 günlük Telekom Grevi işçi sınıfına muazzam bir moral verdi. Tekel işçilerinin direnişi, tersane işçilerinin öfkesi, Novament kadın işçilerinin kararlılığı 2008’de 14 Mart’ın önünü açtı. 14 Mart, 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı işçi sınıfının en net tutum aldığı eylem oldu. Bu genel direnişe 2 milyon işçi katıldı. İşçi sınıfı 2007’den başlayarak 2008’leri de kapsayan yeniden bir hareketlenme dönemine girdi.

2008 Ağustos/Eylül ayında kapitalist krizin etkilerinin hissedilmeye başlandı. İşçi sınıfı yaratıcı zenginliğini bir kez daha göstererek 40 yıl sonra yeniden eline işgal silahını aldı. Sinter, Brisa, Tezcan, Gürsas işçileri fabrika işgal eylemleriyle, krize karşı net bir karşı duruş sergiledi. Bu eylemleri bir dizi direniş ve fiili sokak eylemleri takip etti. İşçi sınıfı, yeni dönemin sloganını belirleyerek gösterdi: “İşgal, Direniş, Grev”. İşgal, direniş, grev, dönemin model eylemleri olarak öne çıktı. Bu eylemler sınıfın kolektif öfkesinin ve kinini dışa vurumuydu. Ayrıca Desa Direnişi’nden Emine Aslan, Meha Direnişi’nden Süheyla Gümüş, Entes Direnişi’nden Gülistan Kopatan, yaşadığımız dönemin model kimlikleri olarak ortaya çıktı. Onlar, kimliklerinde işçi sınıfının onurunu, direncini ve azmini simgeledi.

Kapitalist krize karşı işçi sınıfının kolektif gücü ve eyleminin hangi zeminlerde örülebileceği gösterildi.

Benzer gelişmeler Fransa’da, İngiltere’de, Güney Kore’de, ABD’de ve Bangladeş’te yaşandı ve yaşanıyor. Sınıf hareketi yeni bir uluslararası mayalanma içerisindedir.

Bütün bu süreç, sınıfın bağımsız, birleşik ve siyasal gücünün yaratılmasının yakıcı önemini ortaya koydu.

 

Yazar

Scroll to Top